Bâtılla mücadelenin zedelediğimiz, yıprattığımız, şanına halel getirdiğimiz iki noktası olduğunu düşünüyorum: Birincisi bâtıldan sakınmamak, ikincisi de bâtılı tasvir, yani bâtılın görünürlüğünü artırmak.
Allah’ım! Sırlar semasının güneşi, nurların membaı, celâlî yüceliklerin etrafında dönüp durduğu merkezi ve cemâlî güzellikler burcunun en yüksek noktası olan Muhammed aleyhisselâmın övülmüş zatına ve biricik eşsiz rûhâniyetine salât eyle! Allah’ım! (Muhammed aleyhisselâmın) Senin nezdindeki sırrı ve Sana vuslat yolundaki seyri hürmetine, beni korkularımdan emin kıl! (Hak yolda) tökezlemelerimi azalt! Hüznümü ve hırsımı gider!(Rahmetin ve yardımınla daima) benimle ol!
“Haydi, yola çıkıyoruz!”
“Tamam geliyorum. Çantamı alayım.”
Cüzdanım kimliğim, kitabım, suyum. Bu çanta ne kadar da küçük. Çanta demeye bin şahit! Bavulum nerede? Yok, yok bavullarım. Zira yol uzun. Kıyafetlerim, yazlık kışlık. Ayakkabılarım… Tamam hazırım. Artık çıkabilirim.
İslam ateşini yeni bir merkezde yedekleme stratejisi başlı başına bir tedbirdi. Bunu gizli bir şekilde yürütmek ise tedbir içinde tedbirdi. Allah’ın yolları çoktur ve Allah dilediğini yollarına ulaştırır. Fakat yolun da bir fıkhı vardı. Tedbirli olmak ve duayı icrada aramak gerekliydi.
Asırlar boyu milyonlarca insan her gün defalarca bu yola eriştirmesi için Rabbine niyazda buluna gelmiştir. Çünkü bu yol “sırât-ı müstakîm”dir (Fatiha 1/4) ve HÂDÎ olan Allah’ın nimetlerine erdirdiği kimseler olan nebiler, sıddıklar, şehitler ve salihlere bir ikramıdır.
İyi mü’min; Peygamberini canından ileri tutmalıdır. Bunu Allah Teâlâ istemektedir. Onu ana babasından, çocuğundan ve bütün insanlardan daha çok sevmelidir. Hem Allah’ı hem Resûlullah’ı evrendeki her şeyden daha çok sevmedikçe mümin adını almak mümkün değildir.
Yalnız ve kimsesizdi. Kabilesinin eşkiyalığına, saldırganlığına dayanamamış yurdunu terk etmişti. Kendisine sığındığı dayısının da yanında duramamış, Mekke yakınlarında çölün bir köşesine çekilmişti.
Yemen’den Sudan’a giden bir uçakta bu satırları yazarken, pencereden bakıp bir gün Burundi’ye tekrar gidip gidemeyeceğimi düşünüyorum. İçimden bağırmak geliyor: “Sayın yolcular, hayat çok garip ve ben ona hayret ediyorum.”