Yolu hicret olan, peygamberlerle konaklar.
Hicret sözlükte “terk etmek, ayrılmak, ilgisini kesmek” anlamına gelen h-c-r (hicrân) kökünden gelen bir kelimedir. Bir şeyden uzaklaşmak, ayrılmak, beri olmak demek. Gerek bedenen, gerek lisanen, gerekse kalben bir şeyden uzaklaşmak, bir yeri terk etmek ve kendine yeni bir yer bulmak. Göç etmek demek hicret. Kendini başka bir yere taşımak, Allah uğrunda başka bir yere göç etmek.[1] Hürriyetini, asalet ve haysiyetini alıp, tükenmiş bir yurttan yeni imkânlara adım atmak, yelken açmak. İçin dışa zuhurunu mümkün kılmak ve imandan kaynaklanan fiiller alanını genişletmek. Hicret bir yenilenme, terk edişteki kurtulma hazzı, bağların çözülmesiyle rahatlama demek. Kötü şeyleri terk etmek de hicret.[2] Efendimizin diliyle “Muhacir Allah’ın yasakladığı kötülük ve günahları terk eden kimse.”[3] Öyle bir terk etmek ki kalben ve zihnen, köktenci bir ayrılışla, örgütlü bir inatla uzaklaşmak oralardan.
Peygamberlerin tavrı olmuş hicret. Tarih bu asil terk edişlerle dolu. Hz. Nuh bir tufan bırakarak ardında deniz yoluyla hicret etmiş memleketinden yelkenler açarak. Hz. Hud ve Hz. Salih de bir helak bırakarak ayrılmışlar kavimlerinden. Hz. İbrâhim, ateşleri gül bahçesine dönüştürüp “Doğrusu ben Rabbimin emrettiği yere hicret ediyorum.” [4] demiş, Filistin, Mısır ve sonra da Ken‘ân diyarına göçmüş. Hz. Lût, arkasına bile bakmadan terk etmiş kavmini.[5] Ardına bakmadan hicret etmenin usulünü öğretmiş davetçi kuşaklara. Yine Hz. Şuayb’a kavmi “Ey Şuayb! Kesinlikle seni ve seninle beraber iman edenleri memleketimizden çıkaracağız yahut dinimize döneceksiniz.”[6] demişler. Hicret nebevi bir yol olmuş hep. Hz. Musa da yürümüş bu yolda, bir gece yarısı kalabalıklarla.[7]
Ve Âlemlerin Efendisi (s.a.s) Mekke’de sözün ve fiilin en estetik, mücadelenin en şık unsurlarını serdi kavminin hafsalasına. Fakat kitlenmişler ülkesindeki insanlarının kalpleri kanat, kalıpları kucak açmadı bu mesaja. Böyle olunca artık zaman hicrete ayarlanmıştır ve hicret fiili bir şahlanış ve ağırlıklarından kurtuluş demektir. İlk durak Habeşistan ve sonra Medine. Taif hakkını kaybetti. Oysa bir şehrin bahtiyarlığı kendisinde mekanlananların şerefi ile ölçülmez miydi? Yazık oldu Taif’e. Medineliler daha ilk gelişmede açtılar kapılarını. Hem de yıldırımı çekmek; işkence, savaş ve musibetlerin her bir rengi ile karşılaşmak pahasına. Hicretin yurdu olmak ne büyük şeref oldu. Varlığın sevinci Rasûlullah’ı (s.a.s) bekleyen olmak ve onu bağrında taşımak, tüm müminleri ile birlikte. Onu saklamak. Hem dünya hayatında, hem irtihalinde O’nunla olmak. Rasûlullah (s.a.s) da nasıl bir vefa sultanıymış ki akıllar almıyor, gönüller hayran kalıyor. Çünkü O da vazgeçmiyor Medine’sinden. Nasıl bir nişanmış bu, nasıl bir şan. “Ayrılmak zorunda kalmasam asla seni terk etmezdim.” dediği Mekke’sine kavuşsa da orada kalmıyor artık. Medine’si, kendi haremi vardır bekleyen. İslam’ın kurulduğu, “Ya eyyühel-lezine âmenu” (ey inananlar) hitabının bayraklaştığı şehir.
Her savaş öncelikle tedbir savaşıdır.
“Ey İman edenler! Düşmana karşı her türlü savunma tedbirinizi alın.”[8]
Müminler türlü yöntemler belirleyip, gizli hicret ediyorlardı. Tedbir bu yolda en önemli usuldür. Nitekim İslam ateşini yeni bir merkezde yedekleme stratejisi başlı başına bir tedbirdi. Bunu gizli bir şekilde yürütmek ise tedbir içinde tedbirdi. Allah’ın yolları çoktur ve Allah dilediğini yollarına ulaştırır. Fakat yolun da bir fıkhı vardı. Tedbirli olmak ve duayı icrada aramak gerekliydi. Bu sebeple gizlilik şarttı. Diğer taraftan müşrikler de sanki tedbir hakikatine uygun davranıyorlardı. Türlü türlü önlemler alsalar da artık taşkınlaşan bu su, bendini yıkacaktı. O yüzden Dârünnedve’de gizli toplandılar ve tartışacakları konu son derece önemli olduğundan Ebû Leheb dışında Hâşimoğulları’ndan hiç kimseyi çağırmadılar. Güvenmedikleri kimseleri de içeri sokmadılar. İşte bunlar hep tedbir idi. Oyunlarını iyi kuruyorlardı. Oysa bilmiyorlardı ki tedbir mektubu, tevekkül kuşu ile takdir sevgilisine gönderilirdi. İlk strateji müşriklerden geldi, Ebû Cehil’in teklifiyle. Kararları Peygamber’i öldürmek, usulleri bunu Kureyş kabilelerinin her birini temsilen gelen silâhşörlerden oluşan bir grupla topluca gerçekleştirmekti. Böylece Hâşimoğulları kan davası güdemeyecekti.
Allah, Rasûlü’ne (s.a.s) bütün olan biteni bildirmişti. Takdir kazanacaktı ama müminlerin öğretmeni Efendimiz (s.a.s) tüm devirlere ve çağlara tedbir, tevekkül ve ilahi takviye kuramını öğretecekti bu vesileyle. İlahi yardım ve teyidi celbetmenin, zaferi kesbetmenin kuralları nelerdi? Tedbir ve tevekkül dersine oturup, umduklarımıza nail, korktuklarımızdan emin olma nasıl gerçekleşiyordu? Kul vazife şuuru ile duayı icrada arayınca Allah kullarını ummadıkları yerden, hesapsızca nasıl rızıklandırıyor, nasıl destekliyordu? Oluş ve liyakat şartları nelerdi başarının?
Şimdi bir liste çıkaralım. Hicretin tedbir listesi olsun bu. Bir hareket planı gibi bakalım buna. Görelim ki bir dava nasıl ince elenip sık dokunarak ve sebepler dairesi tek tek tetkik edilerek hâkim kılınırmış? Allah’ın Rasûlü’nde (s.a.s) bu konuda bizler için nasıl bir örneklik varmış? Amellerin maddi ölçeğine riayet etmeyi bize öğreten hicretin hareket planını şu maddeler altında sıralayabiliriz:
· Hz Ebu Bekir (r.a) ile ayrıntılı bir plan hazırlanmış, bütün ihtimaller göz önünde bulundurulmuştu.
· Hz. Esma (r.a) yol azıklarını hazırlamış, yükleri kuşağı ile de sıkı sıkıya bağlamıştı.
· Yol için güvenilir bir kılavuz olarak Abdullah b. Uraykıt seçilmişti. Nitekim bu kılavuz Müslüman olmasa da onun belirgin vasfı işinin ehli, güvenilir ve mert olmasıydı.
· Yolculuk için iki deve hazırlanmıştı. Bu hayvanlar yolun meşakkatini kaldıracak güç ve kapasitedeydiler.
· Emanetleri teslim etmek için geride bırakılacak ve Rasûlullah’ın (s.a.s) şiltesine, kılıçların altına yatacak kişi olarak Hz Ali (ra) seçilmişti.
· Gece yarısı yola çıkma ve sessizce Mekke’den ayrılma kararı alınmıştı.
· Yol güzergâhını Yemen’e doğru çevirme, Mekke’nin güneybatısındaki Sevr Dağı’na doğru yönelme ve orada bir müddet mağarada konaklama planlanmıştı. Sonra ise sahil yönünden ilerleyerek Kuba’ya kadar müthiş bir hicret yolu tercih edilmişti.
· Mekke’de olan biteni öğrenebilmek için ve bir iletişim unsuru olarak Hz Ebu Bekir’in (r.a) oğlu Abdullah ile geceleri görüşüp değerlendirme yapılıyordu. Abdullah (r.a) gündüz Mekke’de olan biteni onlara aktarıyor ve müşriklerin tedbirlerine karşı tedbir alınıyordu.
· Amir bin Füheyre (r.a) onların bulunduğu civarda koyun otlatmak ve bu vesile ile onları tarassud etmek, izlemek, acil müdahalelerde bulunmak, yiyecek ihtiyaçlarını karşılamak ve gece yürüyüşlerinden sonra artlarından giderek kumlar üzerinde beliren ayak izlerini sürüsü ile yok etme işlemini üstlenmişti.
Görüldüğü üzere tevekkül tedbirden sonra devreye giriyor, işi sıkı tutup, sebeplere yapıştıktan sonra Allah’a dua ve münacat faslı başlıyor. Fakat bir incelik daha var. Sebeplere yapışmak ve sebeplere güvenmek arasında ince bir ayrım vardır. Tedbir almak iş bitti ve bunu hallettim demek asla değildir. Mümin tedbir almakta acizlik göstermez. Tedbire rağmen bir işe gücü yetmezse, “Allah bize yeter, O, ne güzel vekildir.”[9] veya “Allah bana kâfidir, güvenenler de yalnız O’na güvensinler.”[10] der! Müslüman sebeplere yapışır ama sebeplere değil sebeplerin de sebebi olan Cenab-ı Hakk’a iltica eder. Tesiri sebeplerden değil Allah’tan bilir. Mümin tedbir alır ama takdire iman eder. Çünkü takdir, tedbirle değişmez. Ama bilir ki tedbir bizi tevekküle taşır ve tevekkül de ilahi rıza ve yardımı celbedebilir. Sadece tedbire güvenmek, tevekkülü bozar. Tevekkül, kalbin her işte yalnız Allah’a güvenmesi demektir. Kısacası müminin her işi marifetullahla ilişkilidir. el-Müdebbir, el-Kadir, el-Vekil isimlerinin hakikatlerini bilmek ve Rabbimiz ile bu isimler üzerinden rabıtalanmak büyük bir irfan gerektirir. Mümin bu bilişi ile her şeyin hakkını verir. Sebebin de hakkını verir, sebeplinin de, sebeplerin sebebinin de.
Tevekkülle gelen lütufla ilerler.
Rasûl-i Ekrem’in bu tevekkülüne karşı Rabbimizin verdiği lütufları, takdir kılıcının tedbire nasıl kuvvet verdiğini, umduklarının da üstünde bir teyid ile desteklendiklerini siyer kaynakları bizlere açıkça göstermektedir. Tedbir tevekküle, tevekkül ikrama dönüşmüştür. Hicret yolculuğu bu ikramlarla doludur. Bu ilahi teyid ve takviyeleri ise şu şekilde sıralayabiliriz:
· Rasûlullah’ı (s.a.s) öldürmekle görevlendirilen Mekkeliler onu evinde bulamadılar, Efendimiz aralarından yüzlerine kum atarak geçti gitti. Kum nasıl bir kör edici silaha dönüşmüştü? Akıllar suskun…
· Müşriklerin bütün çevreyi aramaları sonuç vermeyince, Mekkeliler etrafa haberciler göndererek onların başına ödül koyduklarını ilân ettiler. Bu amaçla bir grup, kutlu yolcuların saklandıkları mağaranın yanına kadar gelmişlerdi. Fakat Allah onları belki de varlıkların en zayıfı olan bir örümcek ve ağı, bir de güvercin ve yumurtası ile engellemişti. Ve duyduğu seslerden endişe eden Hz. Ebû Bekir (r.a), “Ey Allah’ın Rasûlü! Eğilip baksalar bizi görecekler.” dese de, “Üzülme, elbette Allah bizimledir.”[11] cevabını işitmişti âlemlerin sultanından. Aslında bu ifade belki de “Tedbirde aciz olduğumuzu bilerek tedbir aldık ve bu acizliğimizi bilince Allah’ı vekil bildik. O, ne güzel vekildir! Artık aciz değiliz, üzülmeye ne hacet!” demekti.
· İkinci karşılaşma Müdlic Kabilesi’ne mensup Sürâka b. Mâlik’in takibiydi. Süraka güçlü kuvvetli idi, silahlıydı. Oysaki Allah’ın öyle orduları vardı ki… Rabbimiz Süraka’yı atı ile durdurdu. Atının ayakları kumlara batıyordu ve her hamlesi sanki kendisine yaptığı bir hamle idi. Ve hamle yapamayacağını anlayacak ve çekip gidecekti.
· Üçüncü karşılaşma hicret yolcularının Eslem Kabilesi’nin topraklarında, kabilenin reisi Büreyde b. Husayb ve bir müfreze tarafından yakalanıp kuşatılması idi. Allah, Rasûlü’nün tatlı dili ile bu topluluğa yol göstermiş ve kısa bir konuşma sonrası tamamı İslam’ı seçmişlerdi. Hz. Büreyde (ra) mızrağına bağladığı sarığı ile Hz. Peygamber’e sancak açarak kendi bölgelerinden çıkıncaya kadar refakat etmişti.
· Yine Efendimiz yiyecek bir şeyler edinmek için Ümmü Ma‘bed Âtike bint Hâlid’in bulunduğu çadıra uğramıştı. Burada Rasûl-i Ekrem (s.a.s) sürüye katılamayacak kadar zayıf, sütten kesilmiş bir keçiyi besmeleyle sağınca keçi oradakilere yetip artacak kadar süt vermişti. O kutlu şemail sahibine gelen lütufla, keçiye de bereket ilişmişti sanki.
Demek ki hicret yolculuğunda rol alan hayvanlar var. Allah’ın ordularından sayılacak hayvanlar bunlar. Yolculuğun yapıldığı develer. Özellikle Kusva. Yere çöküşü ilahi emirle olan Kusva.
Koyunlar var bir de. Rasûl’ün mübarek ayak izlerine ayaklarını değdirme telaşı ile yürekleri atan. Kendi ayak izlerini Rahmet elçisininki ile nişanlayan koyunlar, kuzucuklar.
Ve yine örümcek var. Ağı ile Rasûlullah’a (s.a.s) bend olup sanki kimseyi o tarafa bırakmam diye haykıran, efelenen.
Ve güvercin var yumurtaları ile hazırolda durmuş. Ailesini Rasûl’ün dizlerinin dibine taşımış, yumurtalarından çıkacak yavrularını Allah’ın habibine göstermek telaşesinde.
Ve Ümmü Mabed’in keçisi. Rasûl’ün (s.a.s) ellerinde bir bereket pınarına çevrilen keçi.
Ve bir de at var. Rasûl’e (s.a.s) hamle yapmayan. Ayaklarını kumlara rapteyleyip de, huzurda ayak kilitleyen bir derviş gibi.
Ve Büreyde b. Husayb (ra) canlanıyor gözümüzde. Sanki arkasına örümcek, kuş, at, koyun, keçi ve develerden oluşan bu askerleri katmış, sancağı elinde büyük bir orduyla Rasûl’ün önünde adım adım ilerliyor Medine’ye.
Tedbir tevekkül olunca, takdir lütuf olur.
12 Rebîülevvel (24 Eylül 622) Cuma günü son durak Medine.
Medine’de büyük bir bekleyiş.
Üç katlı bir evin damında bir Yahudi kızı.
Gördü ufukta Medine’ye doğru gelmekte olanı.
Gerçek gören, gördüğünün müjdesini verendir.
Ay doğmuştur üzerimize.
Müjde verilmiştir verilmesine de, hani senin hicretin, tedbirin, tevekkülün, takdirin ve kuvvetin?
“Ve şöyle de: Rabbim! Gireceğim yere doğrulukla girmemi sağla; çıkacağım yerden de beni doğrulukla çıkar ve tarafından bana hakkıyla yardım edici bir kuvvet ver”[12]
Yeni yorum ekle