Peygamber aleyhisselâm’ın örnek davranışlarına sünnet diyoruz. Müslümanlar bu dünya gurbetinde yollarını yitirmemek için Rasûlullah’ın sünnetini öğrenmeye ve onu kendilerine hayat düstûru edinmeye mecburdur. Hem teker teker bütün Müslümanların, hem ülke ülke bütün İslâm devletlerinin varlığı, başarısı ve yaşama şansı buna bağlıdır.
Bir potada eritildikten sonra aynı şekle ve kalıba bürünen altın külçeleri gibi, alacakları İslâmî eğitim sebebiyle, Müslümanların da maddî ve manevî hâl ve davranışlarında birbirlerine benzemeleri, Müslümanca yaşayabilmenin bir diğer şartıdır.
Renkleri, dilleri, âdet ve gelenekleri farklı olmakla beraber, Peygamberlerinin sünnetini kendilerine model aldıkları için, dünyanın hangi ülkesinde bulunurlarsa bulunsunlar, Müslümanlar; oturmaları, kalkmaları, yemeleri, içmeleri, şefkat dolu bakışları, vakur davranışlarıyla tıpkı bir elmanın iki yarısı gibi birbirlerinin aynı olmalıdır. Nasıl ki bir ezan, bir tekbir, onlara mahsus selâm tıpkı parola gibi birbirlerini tanımalarını sağlıyorsa, aynı duygu, düşünce ve yaşama tarzını benimsemiş olmaları, onların bir olay veya bir mesele karşısında aynı tür davranışı ve tepkiyi göstermelerini sağlayacaktır.
Meselâ bir mazlûm, bir yoksul, bir hasta Müslümanı gördüklerinde; bir Pakistanlı, bir Sudanlı, bir Cezâyirli, bir Türkiyeli Müslümanın yüreği aynı duygularla kanatlanmalı, dertli kardeşinin ıstırabını dindirmek için gayrete gelmelidir. Zira Cenâb-ı Hakk onlara “Mü’minler birbirlerinin kardeşidir.” (Hucurât 49/10) buyurmuş, Peygamberleri de bu ilâhî emri onlara şöyle tefsir etmiştir:
“Mü’minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerine yardım etmekte bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar” (Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66).
“Müslüman Müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez; haksızlık yapmaz; onu düşmana teslim etmez” (Buhârî, Mezâlim 3; Müslim, Birr 58).
Misâller çoğaltılabilir. Bize örnek olarak gönderilen Peygamber aleyhisselâm’ın etrafında toplanmak suretiyle hem Cenâb-ı Hakk’ın emrini yerine getirmiş hem de bu emirleri daha iyi anlayıp kavramış oluruz.
Beklenen İnsan Tipi
Sevgili kardeşlerim! Biz Müslümanlığı Peygamber Efendimizden öğrendik. Rabbimizin buyruklarını onun sayesinde anladık. Onun yaşama tarzını anlatan hadisleri okuyarak iyi, doğru ve güzeli tanıdık. Atalarımız, ahlâk ve hikâye kitaplarında, menâkıp-nâmelerde Peygamber ahlâkını temsil eden üstün şahsiyetlerin davranışlarını kendilerine örnek alarak yetiştiler. Muhammedî renge boyanmış birer Mehmed oldular.
Şüphesiz ecdâdımız bizden daha iyi Müslüman idiler. Onların şahsında dünya, mükemmel bir insan tipi gördü. O mükemmel insan tipini görenler, Müslümanlığın güzel bir
din olduğunu fark ettiler. Daha sonra köprülerin altından çok sular aktı. Dünyanın hayran kaldığı o mükemmel insan tipleri görülmez oldu. O yıldızlar birer birer sönüp gitti. Onların yerini zayıf, cılız, güçsüz ve tipsiz tipler aldı. Bugün buhranlar içinde kavrulan dünya, gözünü ufka dikmiş, şahsında İslâm’ı temsil eden o yıldız insanları, o ideal Müslümanları arıyor. Onların şahsında insan görmek, insanlığı yeniden tanımak istiyor.
Bin Parça Olduk
Artık hiç kimsenin beklemeye tahammülü yok. Zaman, Müslümanların oturup düşünme zamanı. Tâlût’un yasak nehirden su içen askerleri gibi dermansız kalmalarının sebebini bulup ortaya çıkarma vakti.
Kur’an ve Sünnet ortada durduğu sürece bu hastalıktan kurtulmak, dertlere derman bulmak mümkündür. Hani bir defasında Rasûlullah Efendimiz, veda konuşması yapan biri gibi dokunaklı sözleriyle ashâbının gönül tellerini titretmiş, kalplerini ürpertmiş, gözlerini yaşartmış ve konuşmasının sonunda onlara şöyle demişti:
“Benden sonra sağ kalıp uzunca bir hayat sürenler pek çok ihtilaflar görecekler. O zaman sizin üzerinize gerekli olan, benim sünnetime ve Hulefâ-yi Râşidin’in sünnetine sarılmanızdır.” (Ebû Dâvûd, Sünnet 5; Tirmizî, İlim 16).
Rasûlullah Efendimiz sünnetin bizim için hayatî bir öneme sahip olduğunu, bir can simidi mesabesinde bulunduğunu anlayabilmemiz için daha açık bir ifadeyle “Sünnetime azı dişlerinizle yapışınız.” buyurmuştu.
Bu uyarı ve tavsiyedeki inceliği artık anlamamız, derlenip toparlanmamız gerekiyor. Şîrâzesi dağılmış bir kitap, imâmesi kopmuş bir tesbih gibi dağınık, perişan, kırık dökük halimize bakmamız, güçlü bir hamle ile yeniden ayağa kalkabilmek için sünnete bütün varlığımızla sarılmamız icab ediyor.
Rasûl-i Zişân Efendimiz, ümmetinin, daha önce Yahudi ve Hristiyanlarda görüldüğü üzere paramparça olacağını, fırkalara, hiziplere bölüneceğini söylemişti (Tirmizi, İmân 18). Buyurduğu aynen gerçekleşti. Bin parça olduk. İslâm’ın birleştirici şemsiyesi elimizden uçalıberi, kaç milyon Müslümansak, farklı İslâm anlayışlarımızla, o kadar parçaya bölündük.
Müslümanca yaşamak azmiyle artık yeniden bütünleşmemiz gerekiyor. Vakit, bu vakit. Birleşip bütünleşmenin, içimizi kemiren hastalıklardan kurtulmanın tek çâresi, Rasûl-i Ekrem Efendimizin sözüne kulak vermek, onun izince gitmektir. Şayet biz onun peşinde gitmezsek, perişanlığımız sürüp gidecektir.
İzzetimiz, bugünkünden bin beter, ayaklar altına düşecektir. Allah’ın dininin, bir zamanlar bütün güzelliğiyle yaşandığı bu İslâm yurdunda, kendi yurdumuzda, bugünkünden de beter bir garip yabancı olacağız.
Sünnet, evet sünnet… Rasûlullah’ın sünneti… Onun, hayatı bütün yönleriyle kapsayan yaşama biçimi… Sünnet bu… Biz sünneti gerçek manasıyla anlamak zorundayız. Sadece Rasûlullah’ın nasıl ibadet ettiğini değil, sadece nasıl yiyip içtiğini değil, bunlarla birlikte aile efrâdına, yakınlarına, diğer insanlara, hatta Allah’ın yarattığı bütün varlıklara nasıl davrandığını öğrenip onun gibi yaşamaya gayret etmeliyiz.
Bir avuç Müslümanla bütün dünyaya nasıl meydan okuduğunu, İslâm’ın fermanını bütün dünyaya nasıl dinlettiğini, evet bunların sırlarını öğrenmeliyiz. Allah Teâlâ’nın bize emrettiği
gibi, Rasûlü’nün getirip verdiği, “Alın, uygulayın, yaşayın.” dediği her şeyi benimseyerek almalı ve yaşamalıyız.
Şunlardan uzak durun, “Sakın bunları yapmayın!” dediği her şeyden kaçınmalıyız. Kısacası hayatımıza sünnetle yön vermeli, sünneti yaşamalı ve her Müslümanın, Cenâb-ı Hakk’ın iradesini, yeryüzünde gerçekleştirmekle görevli birer halife, birer Peygamber temsilcisi olduğunu aklımızdan çıkarmamalıyız.
Allah’ı Gerçekten Seviyor muyuz?
Bütün bunları yapabilmek için mert, dürüst ve doğru sözlü bir Müslüman olmalıyız. Büyük bir yalanı şuursuzca söyleyip duran gâfillerin durumuna düşmemeliyiz. Hangi insanla, hatta hangi Müslümanla konuşsanız, Allah’ı sevdiğini söylüyor. Ben Rabbimi çok seviyorum diyor.
Kendimize bir daha soralım: Sahi biz Allah’ı gerçekten seviyor muyuz? İnsanın tüylerini ürperten bu soruya şayet evet diye cevap veriyorsak, bu iddiamızı test etmeliyiz. Allah’ı sevdiğimizi söylerken bu iddiamızda ne kadar samimi olduğumuzu bir yalan makinası gibi ortaya çıkaracak Âl-i İmrân Suresi’nin 32. ayetine başvurmalıyız. Bu âyet-i kerimede Allah Teâlâ Rasûl-i Ekrem’ine şöyle buyuruyor:
“Ey Rasûlüm! İnsanlara şöyle de! Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.”
Bu test sorusu sadece Ashâb-ı Kirâm’ı imtihan etmedi. Dünya durdukça bizi de, bizden sonrakileri de imtihan etmeye devam edecektir. Herkes kendisine “Ben Peygamber’ime ne kadar uyuyorum. Onun hayatını ne ölçüde kendime örnek alıyor, ne ölçüde ona benzemeye çalışıyorum?!” diye sorarak durumunu test etmek ve cevabını vicdanına onaylatmak zorundadır.
Bu önemli imtihanda Allah yardımcımız olsun. (Âmin)
Yeni yorum ekle