Modern Cahiliyyeden İslam'a

Ayşe Şasa.

İstanbul’un zengin ailelerinden birinin kızı.

Yahudi ve Alman dadıların elinde yetişiyor.

Arnavutköy Amerikan Koleji ve Robert Kolejini bitiriyor.

Mimarlık okuyor, senaristlik yapıyor.

Yalnız ve inançsız bir birey olarak hayatını sürdürmeye çalışırken; otuz yaşında kendisine şizofreni teşhisi konuyor.

Kendi ifadeleriyle;  dünyayı modern Batı’nın sığ, hastalıklı, perişan ölçüleriyle değerlendirme çabası onu şizofreniye götürüyor ve on sekiz yıl boyunca evinin bir odasında mağara tabanına uzanmış yaralı bir hayvan misali hareketsiz yatıyor.

Onu mağaradan çekip çıkaran ve İslam’la tanıştıran İbn Arabî Hazretleri oluyor.

Ayşe Şasa, “derin bir iletişimsizlik çukuru” dediği şizofreniden Füsusü’l Hikem okuyarak kurtuluyor. Ve kırk sekiz yaşından sonra kendine kurduğu yeni dünyayı şöyle anlatıyor:

“Ben Füsus’u bir dua, bir vird gibi okudum. Kalbim açıldı. Bana yalnızlığımı, acılarımı unutturdu. İşte o noktada Allah’ın ipine tutundum. Tutuş o tutuş. Beni bambaşka bir cihete aldı götürdü.”

***

Eva De Vitray Meyerovitch. 

Paris’in aristokrat ve Katolik ailelerinden birinin kızı.

Rahibe okuluna gidiyor.

Hukuk fakültesini bitirip, birçok akademik başarıya imza atıyor.

Fransa’nın en büyük araştırma merkezi olan İlmi Araştırmalar Milli Merkezinde, Fizik Bölümü Daire Başkanlığına atanıyor.

Tüm bu süreçleri, kilisenin dogmalarından rahatsız olarak ve konsillerin aldığı kararlara uymak zorunda olmadığını düşünerek, sorgulayarak geçiriyor.

Hristiyanlığı terk ediyor ve bir arayış içine giriyor.

“Eflatun’da Simgeler” adlı doktora çalışmasını yaparken, bir dostunun hediye ettiği Muhammed İkbal’in İslam’da Dini Düşüncenin Yeniden İnşası adlı eseriyle Hz. Mevlana’yı tanıyor, dünyası değişiyor.

Yaşadığı hayreti şöyle ifade ediyor:  “Ya şimdiye kadar okuduğum Yunan felsefesinin söyledikleri ya da Mevlana’nın söyledikleri doğrudur, dedim.”

Tezini yarım bırakıp, “Mevlana Celalettin Rumi, Mistik Düşünce ve İslam’da Şiir” konulu doktorasını yapıyor. Müslüman oluyor ve Havva ismini alıyor.

Ölümünden 9 yıl sonra, Paris’te bulunan kabri, vasiyeti üzerine Hz. Mevlana Türbesi’nin karşısındaki Üçler Mezarlığı’na taşınıyor.

***

Hz. Mevlana’yı, İbn Arabi’yi, Ahmet Yesevi’yi ve daha birçok sufiyi okuyarak İslam olan sayısız mühtediden yalnızca ikisinin hikayesi; Ayşe Şasa ve Havva Hanımefendi.

Peki, bizim hikayemiz? Bu ariflerin coğrafyasında yaşayan ama tasavvuf kültürüne uzak kalanların hikayesi?  

Biz, “İslam’ın ruh hayatı” diye tarif edilen tasavvufu ya sakınılacak bir tehlike olarak görüyor ya da “kocakarı imanı” diyerek küçümsüyoruz. Halbuki tüm dünyaya ve Anadolu’muza, din önce ruh hayatı anlatılarak yayılmıştır.  Ayet, Firavunu uyarmaya giden Musa (as) ve Harun (as) kardeşlere; “Ona yumuşak söz söyleyin”[1] der. Mekkî surelerin hepsi, cahiliye Araplarının ruhunu onarmak isteyen emir ve nehiylerle doludur. Hicretten bir yıl öncesine kadar hiçbir ibadet emri gelmemiştir. Çünkü ilahi pedagoji her zaman, önce gönüle dokunmayı, ruhu iyileştirmeyi hedef alır.  Tasavvuf da, işte bu hedefe hizmet eder. Kişinin gönlünü iman etmeye hazırlar, yumuşatır. Şayet iman etmiş bir kişi ise, onu da ibadetlere hazırlar, bilinçlendirir.

Şimdi bizim, kulağına Yunus’un “Dağlar ile taşlar ile çağırayım Mevlam seni/ Seherlerde kuşlar ile çağırayım Mevlam seni” şiirini işittirmeden, eline mızraklı ilmihal verdiğimiz gençlerimiz; sabah namazını güneş doğduktan en geç kaç saat sonra kılabileceğinin hesabını yapıyor. Çünkü; namaz neden kılınır, seher vaktinin bereketi nedir, kainat sabah namazında nasıl zikre durur’u öğretmeden, namazın farzlarını öğretiyoruz. Ve böylece ibadet, yalnızca bir görevi ifa etme eylemine dönüşüyor.

Mevlana’nın, “Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol” öğüdünü öğrenmeden, 32 farzı ezberleyen zenginlerimiz; zekat verirken devir yapmanın yollarını arıyor. Çünkü paylaşmanın faziletini, vermenin mutluluğunu, dağıttıkça çoğalacağını öğretmeden, hangi mallardan ne kadar miktarda zekat verilir’i öğretiyoruz. Böylece bu ibadet de, yalnızca bir görev ifa etme eylemine dönüşüyor.

Hacı Bektaş’ın, “Eline, beline, diline sahip ol!” sözünü kavramadan, tecvit ve mahreç öğrenen hocalarımız; ayn’ları çatlatarak ve kalkale yaparak kendi cemaatinden olmayan kardeşleri için olmadık sözler söylüyor. Çünkü 4-5 yaşlarından itibaren camiye Kuran öğrenmeye yolladığımız çocuklarımıza önce; müslümanın elinden ve dilinden başkalarının zarar görmediği kimse olduğunu anlatmıyoruz. Böylece Kuran’ı iyi okumak, Kuran’ı iyi anlamanın önüne geçiyor.

Kitaplarda Efendimizin (sav) “Kıyametin koptuğunu görseniz de elinizdeki fidanı dikin” hadisine göz ucuyla dahi bakmadan, banka kredisinin cevazını araştıran müteahhitlerimiz; ormanlarımızın canına okuyarak faizsiz-kredisiz satabilecekleri binalar dikiyor. Çünkü beşeri hukukla ilgili ciltlerce kaynak varken, Peygamberimizin Taifte bir ormanı koruması için bir komutanı görevlendirmesi, yalnızca bazı kitapların dipnotlarında yazıyor.

 

 

Çünkü, maalesef amel kısmını iyi öğrenince iyi Müslüman olabileceğimizi zannediyoruz. Ahlak olmadan yapılan amelin bizi kurtaramayacağını hiç düşünmüyoruz. Ve buna paralel olarak da hiçbir gayrimüslime sözümüzle, tebessümümüzle, yaşayışımızla ışık tutamıyoruz.

Halbuki, Mesnevî okuyarak ve bulgur aşı yiyerek Viyana kapılarına kadar giden ataların torunları olarak, neden yan komşunun kapısına da böyle gitmeyelim? Ayşe Şasa veya Eva de Vitray Meyerovitch olsun yan komşumuz. Abdesti bilmesin, namaz kılmasın, Kuran okumasın, hiçbir ortak noktamız olmasın. Biz susalım. Yunus konuşsun, Ahmet Yesevi konuşsun, Hacı Bektaş, Hacı Bayram konuşsun, Niyazi Mısrî konuşsun; Aziz Mahmud Hüdayî konuşsun. Gönüller yumuşasın.

Nedir sizi böyle konuşturan diye sorduklarında, İslam diyelim.

Olur mu?

Olur.

İşte Ayşe Hanım, işte Havva Hanımefendi….

 



[1] Taha Suresi, 44. ayet

Add new comment

Image CAPTCHA
Enter the characters shown in the image.