Muhtaç olduğumuz her nimeti Rabbimizden getirdiğin gibi “Nasıl kardeş olunur?” bunu da bize Sen öğret. Yesrib’i, “Nurlanmış Şehir” yapan Nebi, iç harpten Asr-ı Saadet üreten Nebi!
Belki de Mekke’nin tüm genç kızları onunla evlenmek isterken, Abdullah kendisine eş olarak Âmine’yi seçti. Abdullah, çevresinde bir Yusuf misali hayranlık uyandıran, üzerine şiirler okunan, sevilen ve sayılan bir gençti. O, Abdülmuttalib’in oğluydu.
Medine, sevdalı gönüller için hasretin, özlemin diğer adıdır. Peygamber âşıkları, Allah’ın En Sevgili Kuluna duydukları hasret ateşini bir nebze olsun dindirebilmek için dünyanın her tarafından pervaneler gibi Medine’ye can atarlar. Çünkü orası Medinetü’n-Nebi; yani Peygamber şehridir.
Resûl-i Ekrem, devesinin üzerinde şehrin sokaklarında ilerliyor, Medineli Müslümanların her biri O’nu misafir edebilmek için dil döküyor, âdeta yalvarıyordu. Sevgili Peygamberimiz ise onların hiçbirini kırmıyor, gülümseyerek şöyle buyuruyordu: “Devenin yolunu açınız, nerede duracağı ona bildirilmiştir.”
“Allah yolunda hicret eden, çok bereketli yer ve genişlik bulur. Evinden Allah’a ve peygamberine hicret ederek çıkan kimseye ölüm gelirse, onun ecrini vermek Allah’a aittir. Allah, bağışlar ve merhamet eder.” (Nisâ 4/100)
Medine, hicretten önceki adıyla Yesrib, halkı İslam’la şereflenmeden önce iktidar savaşlarıyla zayıf düşmüştü. Arap Yarımadası’nın diğer şehirlerinden pek de farkı yoktu, yeryüzünün en kıymetli insanına ve en kutlu topluluğuna kucak açana kadar.
Ne Selman Reis'le ne de daha sonra, en son Birinci Dünya Savaşı'nda Yemen'e, Kızıldeniz'e gönderdiklerimiz geri dönmediler. Dönmeyeceklerini bile bile kınaladık yolladık İsmailler'i... Bilsek ki Senin içindir, bu gün yine dünyanın öbür ucuna yollarız kınalı kuzularımızı... Dönmeseler de...
Oraya kavuşan her âşık gönül, göklerin derinliklerinden sonsuzluğa açılıyor gibi büyülü bir zaman koridoruna girer. Bir şiir gibi dinler Medine’yi semadan, bir kevser gibi yudumlar ve her saniye yıkar benliğini. Zaman burada o kadar bereketli, o kadar aydınlık, o kadar gönül alıcı ve hülyalara o kadar açıktır ki, o mekânın sahibine vurgun her gönül, Asr-ı Saadet’te yaşıyormuşçasına Nebî’nin (s.a.s) o nurdan çehresine dokunur gibi olur.