Tertemiz bir fıtratımız vardı bizim, ilahi nurun gönlümüzdeki hâlesi. Üç karanlık odacıktan geçerek üçüncü bir dünyaya insane olarak doğmak; nimetin en büyüğü, ama imtihanın da en çetin olanıydı.
Çaresizliğin çığlıkları arasında gözyaşıyla ıslatarak hamurumuzu katılmak insanlık kervanına,mahlûkat kesilirken lâl ya da kendi dilince zikrederken Yaratan’ı…İlim tohumuyla, beyan hikmetiyle, sese, söze can vererek konuşmak ya da susmak. Bilmek, düşünmek, anlamak, anlatmak, inanmak, yaşamak, kul olmak…
Kalbi, aklı ve kalıbıyla zordu insan olmak, ruh-u ilâhîyi taşımaya yetkin olmak; zira en şerefli olmanın bir bedeli vardı ve her tercihin bir de terki…
İman bir seçimdi ve bir tercihti inkâr karşısında. Şirke karşı tevhit, zulme karşı adalet, isyana karşı itaat; namaz, oruç, zikir, davet, cihat…
Yükselten ve yücelten bir değer olan imanın iktidarında, muhalefet esastı; şeytana muhalefet…
Tercihin zorluğundan öte, terk etmek ve muhalif kalmak daha bir zordu; çünkü istikrar, bidayetten daha çok gayret gerektiriyor; icraat, karardan daha çok emek istiyordu.
İman etmekle imtihan başlıyordu.
Kulluk yoluna dikenler saçılmıştı, yürümek zordu. Nisyâna ve isyana yatkın olan insanın karşısına şeytan çıkacak ve istikametten saptırmak için onu tüm yönlerden kuşatacaktı. Sol cihetten, isyan, inkâr ve küfür azgınlığıyla; sağ cihetten, riya, nifak ve hurafe sapkınlığıyla; önden, gelecek kaygısı ve tûl-i emel hırsıyla; arkadan da yaratılışı ve ahdi unutturma gafletiyle yaklaşacak ve kendi hüsranına insanı da ortak edecekti.
İmtihan, hakikiyi sahtesinden ayırmak için vardı.
Sınırlar çizilmiş ve yasak dairenin kırmızı çizgileri ilan edilmişti. Seçilmiş peygamberler eliyle Allah-u zü’l-celâl, kulunu kendi haline bırakmamış ve gök kapıları insanı yüceltmek için açılmıştı.
Bilinmeyeni öğreten, unutulanı hatırlatan, uyaran ve tezkiye eden peygamberlerin rehberliğinde insan, kendisine terk edilmedi ve kul yalnız bırakılmadı.
İnsan, takva ve fücur tohumlarıyla yükselişe ve alçalışa meyyaldi. Nefis taşıyordu, farkı da buydu; beşerî tarafıyla esfel-i safilîn derekesine düşebilir, âdemî kanadıyla da ahsen-i takvîm kıvamını koruyarak eşref-i mahlukât seviyesine yükselebilirdi. Günaha, harama ve kerih olana muhalefeti cihetiyle insan, ekmel bir varlık olabilir ve kıvamını ancak bu şartla koruyabilirdi.
Ham haliyle sürekli kötülüğü emreden nefis, insanın en azılı düşmanıydı. Vesvese ve kuruntuyla kalbi işgale çalışırdı. Nefis ve şeytan taarruzunda kalp, sürekli tarassut altındaydı.
…
Ve her şey bir noktayla başladı, küçücük siyah bir noktayla…
“Kulun kalbinde önce siyah bir nokta belirir. Sonra bu nokta büyür ve kalbinin tamamı simsiyah olur” buyuruyor Allah Rasûlü. Günahlarla iç dünyamızdaki bu kararma, adım adım dış dünyamıza da yansıyacak; sosyal, siyasal ve ekonomik boyutlarıyla yeryüzü zulmete boğulacaktı. Bir yönüyle melekler endişelerinde haklı çıkacaktı. İnsanın merkezi olan kalpte fitne fesat kol gezdikçe arzın merkezinde de ekin ve nesil helak olacaktı, kalbi kararmışların makûs iktidarında.
Her şey kalpte başlıyordu. Kalpler günah ve isyan kasvetiyle taşlaşıyor, katılaşıyor ve hastalanıyordu. Dahası Hakk ve hakikat karşısında kilitli, örtülü, şüpheci, mühürlü, günahkâr, korkak, gafil, ikiyüzlü, kör, inkârcı ve cahil kisvelerle, önce kalpler değişiyordu, kalplerde başlıyordu değişim ya da davranışlarımız kalbimizi de değiştirebiliyordu.
İmam Gazâlî’ye kulak verelim:
“Yapılan iyi işten kalbe bir nur ulaşır; o nur saadetin tohumudur. Yapılan kötü işten dolayı kalbe zulmet/karanlık çöker; o zulmet de şekâvetin tohumudur.”(Kimyâ-i Saâdet, s. 344)
Bir küçücük noktayla önce kalbimiz ve sonra davranışlarımız değişti ya da çirkin davranışlarla karardı içimiz.
“Akrep nokta nokta ruhumu sokmuş” dediği gibi şairin… Bütün kirler, bütün sancılar ve bütün işgaller bu noktanın bir süreği olarak, bazen küçücük bir ihmalin sonucu olarak kalbe nüfuz ediyordu.
Dönüşümvedeğişiminmerkeziydikalplerimiz. Oradayenikdüştükmükasvet, bunalım, buhran, ümitsizlikgirdabındatrajikbir son bizibeklemekteydi.
Ama her zaman birümitvardı; çünkü Allah (c.c) vardı.
O her şeyi dilediği gibi yaratan ve yaşatandı. Meleklerin ve insanların bilmediği ve bilemeyeceği her şeyi bilen, alîm, habîr ve her şeye kâdir olan Rabbimize imanımız tamdı.
O istese her şey hâk ile yeksân olur, O dilese zulümât nur sağanağında boğulurdu ve Allah mutlaka nurunu tamamlayacaktı. Bunalımı sekînete, hüsranı zafere, ümitsizliği gayrete, inkârı imana, darlığı genişliğe inkılap edecek olan, Mukallibü’lkulûb olan Mevlâmız, kalplerde olanı ve olacağı da en iyi bilendi.
Münîb olana hidayet yollarını açacak, sakınanlara ummadığı yerden hesapsız rızıklar verecek, yolunda koşuşturanlara hayır kapılarını açacak olan, Hâdî, Rezzâk ve Fettâh olandı O (c.c).
Yeterki biz kalplerimiziO’naaçalım.
Yeter ki O’na yönelelim ve O’ndan isteyelim. Hz. Ömer’in kalbi için nasıl istediyse Efendimiz, biz de kendi kalplerimiz için ve Ömer misali değişecek kalpler için isteyelim.
“Yâ Mukallibe-l kulûb! Kalbimizi dinin üzere sabit kıl ve bize hidayet ettikten sonra kalbimizi kaydırma.”
İşgal nereden başladıysa istiklâlimiz de oradan başlayacak, halk tabiriyle, yiğit düştüğü yerden kalkacak ve imanın iktidarında insanlık gökten inzal olunan rahmetle yeniden hayat bulacaktı.
Kalbi hiçbir zaman kirlenmemiş olan Efendimiz (s.a.s) ümmetinin bu zaafından duyduğu endişeyle bize bir dua öğretiyordu:
“Allah’ım kalbimi kar ve dolu suyu ile yıkayıp temizle. Kalbimi günahlardan arındır, beyaz elbiseyi kirden arındırdığın gibi.”
Yeni yorum ekle