Gönüller O’nun Sevdasıyla Çarparken
İnsan ne zaman O’nu (s.a.s) çağrıştıran iklime girse, damar- larının tevhidi bir mücadeleye bağlandığını ve kanının aşkla aktığını duyar. O’nun (s.a.s) atmosferine adımını atar atmaz, kendini Allah’a (c.c) giden yolların ortasında bulur. Asr-ı Saadet’ten duyulan rüzgâr esintileri doygunlaşmış ruhlara yeni bir aşk u şevk üfler.
İnsan kaç defa ziyaret etmiş olursa olsun, ne zaman o yeşil, âhenkli, sevgi ile tüten kudsî mekâna adım atsa, her defasında ayrı bir heyecan, ayrı bir güzellik ile bir musiki, bir şiir deryasına dalmış gibi o hususî âlemin derinliğini ve zenginliğini duymaya başlar. Kalp, Kubbe-i Hadrâ karşısında vuslat mülahazasına teslim olur. Neşe-hüzün, hasret-vuslat arası bir sürü duygu gelgitleri içerisinde bulur kendisini. Bu gelgitler vurdukça sahillerine, gönül perdelerini aralayan ulûhiyetin ve ehadiyetin seyrine dalar; aşkla aşınan yürek kıyıları ile huzuruna çıkar Rahman’ın.
Sidretü’l Müntehâ’ya uzanan Kubbe-i Hadrâ karşısında derin hülyalara dalar insan. En içten duygularıyla Asr-ı Saadet’le buluşur ve bin bir his tufanıyla sırılsıklam olur. Derken, birden hüzünlü bir hâl alır mâbedin etrafı. İşte o zaman şaha kalkar Kubbe-i Hadrâ ve yakasından tutup başlar konuşmaya ruhla. Ardından bağrındaki misafirin arkasına geçerek dil dökmeye başlar yedi kat semaya ve O’na (s.a.s) duyulan hasretlerin, hicranların, gözyaşların destanlarını sunar. Sanki gök ehliyle sevinç tahiyyesi yaşıyormuş gibi bir vaziyet alır. Göklere bakan ve için için bekleyen o derûnî görünümü ile umumî tasalara tercüman, sevinçleri dile getiren bir gazelhan olur.
Yeşil kubbe ve onu çevreleyen mübarek mâbed; bir yandan etrafında aşk ritimleriyle esip duran çöller-vahalar diğer taraftan tevhidi bir duruş sergileyen irili ufaklı dağlar- tepelerle öylesine mükemmel bir uyum arz etmektedir ki sanki semadan uzanan büyülü bir fırça ile resmedilmiş de gökle yerin birleştiği o noktaya sergilenmek üzere konulmuş gibidir. Kubbenin bu esrarlı ahvâli ile o mekânın sahibi karşısında büklüm büklüm olan ruhlar, dünyayı da ardında bırakarak uzatınca başlarını o iklime, gök ehliyle iç içe yaşarlar; dip dibe, nefes nefese…
Oraya kavuşan her âşık gönül, göklerin derinliklerinden sonsuzluğa açılıyor gibi büyülü bir zaman koridoruna girer. Bir şiir gibi dinler Medine’yi semadan, bir kevser gibi yudumlar ve her saniye yıkar benliğini. Zaman burada o kadar bereketli, o kadar aydınlık, o kadar gönül alıcı ve hülyalara o kadar açıktır ki, o mekânın sahibine vurgun her gönül, Asr-ı Saadet’te yaşıyormuşçasına Nebî’nin (s.a.s) o nurdan çehresine ve vahiy heyecanlarıyla kıpır kıpır sinesine dokunur gibi olur. Ashâbın varlığını hisseder Nebi’yle (s.a.s) diz dize. Ömer’in (r.a) ayak sesleri ile irkilir karanlık bir zaman diliminde, Ebû Bekir’in (r.a) ekmek tutan ellerine uzanır bir fakir evinde… Başını avuçlarına almış kara kara düşünürken bulur Hamza’yı (r.a) mescid direklerinin dibinde. Osman (r.a) Kur’an okumaktadır bir köşede sessizce ve Ali (r.a) teselli vermektedir Sevgililer Sevgilisi’nin inci tanesine… Ve işte o zaman gök kapılarının gıcırtılarıyla sarsılır bedeni. Cibril’in (asm) kanat çırpışları içinde; Kur’ân’ın o tok sesini muhataplarının o heyecanlı tavırları arasında dinler. Yanaklarından süzülerek dökülen; döküldükçe kuru toprağı sulandıran bereket sağanakları ile sırılsıklam bulur kendini. O güne dek her an bağrında taşıdığı Ravza aşkının her yanını kuşatması karşısında diz çöker ve aşk-ı Nebi ile eriyip, akar Medine’nin sulanmış topraklarından saadet asrına…
Orada taş-toprak, dağ-ova her şey bir şeyler fısıldar durur beşer kulağına ve insan bu sese kulak kesilir pür dikkat. Sütunların o içli sükûtu arasında bir bir dökülen aşk nameleri, Kubbe-i Hadrâ’nın hüzünlü fakat mütebessim hâli ile gönül gözlerimize tebessümler yağdırması öylesine sıcak ve tesirlidir ki, bu duygu çağlayanı içinde olan her ruh o an ölümsüzlüğü sırtlandığını sanır. Ravza’nın bağrında seyre her daldığında bu büyü ile bir kez daha karşılaşır. Hayali kapılardan geçerek en mahrem iklimlerde dolaşır. Efendiler Efendisi’nin (s.a.s) dilinde Hak beyanıyla şekillenen o ezeli miraca en ön safta varır ve O’na (s.a.s) ümmet olmanın, O’nun mübarek izlerinin takipçisi olmanın mutluluğuyla yerlere kapanır. Ruh birden kurtuluverir cismanî rabıtadan ve bir “hû” ile yükseliverir arş-ı âlâya.
Vakarlı görünümüyle Ravzâ, ötelere hep var olmanın namelerini fısıldar. Sema ehli ile beraber “âmin” deyişlerini iletir yaralı yüreklere ve her an aşk u vuslat demi ile yakar hüzünlü âşıkları. Ardından tekrar o derin sessizliğine bürünür de kor halinde bırakır sevdasıyla yanan gönülleri vuslat otağında. Sanki iliklere kadar ulaşan bu buluşma hiç olmamış gibi derin bir sessizlik kaplar her yanını. Ayrılık göz kırpmaya başlar sessizlik arasından. Bakışlar kubbenin sema ile buluştuğu yerde, adımlar ise yavaş yavaş gerilemektedir. Sonra birden o sırlı perde kapanır ve Medine, ikinci buluşmanın davetiyesini bırakarak ayrılıverir ıslak bakışlardan…