Peygamberlerimiz aleyhisselâm’ın huzurunda bir başka huzur bulan Yesrib’in seçkin ve özel insanları, Akabe Biatı ardından dönüş hazırlıklarına başlamışlardı…
Muhabbetin en yücesine öyle bir dalmışlardı ki, hiç birisi ayrılmak istemiyordu bu muhabbet gülistanından. Bunu gören İki Cihan Güneşi, tekrar her birini tebessüm yağmuruna tutmuş, sonra da selâm verip ayrılmıştı. Gönüllerini de alıp götürmüştü sanki.
Gönüller Sultanı’nın gönlünde yer bulan, gönüllerini O’nunla dolduran bu seçkin zevât, kimsesiz yetim çocuklar gibi mahzunlaşmışlardı. Her biri, için için yanmaya başlamıştı…
Bir yandan nasipli olduklarına şükrederlerken, bir yandan da nasipsizlere acıyorlardı. Her şey herkese nasip olmuyordu…
Fakat bu aynı zamanda bir istek işiydi… Bu izzete nail olmak için gayret etme işiydi… Çalışıp çabalama işiydi…
O’nu görüp, O’nunla yakından konuşma şerefine ermişlerdi. Ama bu çok anlamlı ve çok özel buluşmanın muhabbet ve coşkusu kadar, ayrılığın acısı da yüreklerine oturmuştu…
Büyük, hem de çok büyük bir davanın içinde olduklarını bir defa daha anlamışlardı. Her biri artık bu büyük davanın büyük şahsiyeti oluvermişti.
Peygamberlerimiz aleyhisselâm’ı her şeyden daha çok sevmek gerektiğini biliyorlardı. Ama şimdi her şeyden çok seviyorlardı O’nu. Bilgiden uygulamaya yükselmişlerdi. Sözden amele çıkmışlardı.
Sürekli O’nunla olacaklardı artık. O’nu alıp götüreceklerdi Yesrib’e! O’nunla gideceklerdi bunca yolu! O’nu yaşayacaklardı artık her yerde…
Yesribliler, Peygamberler Sultanını kuşanıp, dönüşe geçmişlerdi… Büyük bir aşk ve muhabbetle Yesrib’e davet etmişlerdi. Olumlu cevap alınca, artan bir aşk ve coşkuyla, O’nunla gidiyorlardı sanki yolu…
Rasûlullah aleyhisselâm’ı öyle kuşanmışlardı ki, bir an bile içlerinden çıkmıyor, Yesrib yolunda da sürekli O’nu düşünüyorlardı.
O’nu ilk görüşleri… Yanlarına gelişi… Selâm vermesi… Konuşması… Kur’ân okuması… O güzel tebessümü… Karanlıkları aydınlatan nûru… O’na biat etme sahnesi… Sonra da ayrılıp geri dönmesi… Bir rüya gibiydi her şey…
Dönüş yolunda O’nu düşünürken, aynı zamanda O’nun Allah’tan getirdiklerini de düşünüyorlardı… Bu duygu yoğunluğu içinde geri döndüler…
İslâm öncesi oldukça karmaşık bir hayat içinde olan bu zevât, İslâm ile şereflendikten sonra, yepyeni bir hayatın temsilcileri olma gayreti içine girmişlerdi. Hele bir de gidip, bizzat Peygamberimiz ile görüştükten sonra büsbütün değişmişlerdi.
Mekke’ye, Yesrib Müslümanlar’ının hepsi gidememişlerdi. Mekke’ye gidemeyen Müslüman komşuları ve arkadaşları, gıpta ile bakıyorlardı gidenlere…
Mekke’ye gidip, Peygamberimiz aleyhisselâm ile görüşme şerefine erenlerin evlerine doluşmuşlar, soru yağmuruna tutmuşlardı onları. Onlar da, Peygamberimiz’i ilk görüşlerinden başlamak üzere, Akabe mevkiinde olan biten her şeyi anlatmışlardı onlara…
- Peygamberimiz aleyhisselâm ile çok yakından görüşüp konuşmanın yanında, Akabe mevkiinde biat etme şerefine de erdik çok şükür.
- Ne mutlu size ki, O’nu dinlediniz ve O’na biat ettiniz.
- Akabe mevkiinde, söz verdik Allah’ın Rasûlü’ne. Biat ettik O’na. Kendi mallarımızı, çoluk-çocuğumuzu ve hatta canlarımızı koruduğumuz gibi, O’nu da koruyacağımıza dair söz verip biat ettik. Her birimiz teker teker verdik bu sözü. Allah ve Rasûlü yolunda her şeylerimizi feda edeceğimize dair biat ettik O’na. Rasûlullah’a, Bey’atü’l-Harb (savaş biatı) üzere biat ettik. Kolaylıkta ve güçlük anlarımızda, sevinçli ve kederli zamanlarımızda, her zaman ve her zeminde O’nun emirlerine boyun eğeceğiz. Nerede olursak olalım hakkı söyleyeceğiz. Allah yolunda yürürken, kınayanların kınamasından asla korkmayacağız![1]
- Allah ve Rasûlü yolunda olduktan sonra, hiçbir şeyden korkmamalıyız tabi ki…
- Biat ettikten sonra, O’nu buraya davet ettik. Düşünebiliyor musunuz, O İki Cihan Güneşi’ni buraya, davet ettik!
- Ne cevap verdi peki, gelecek mi buraya?
- Gelecek Allah’ın izniyle!
- Allahu Ekber! Aman Allah’ım! Allah’ın Rasûlü buraya gelecek ha! Ne zaman gelecek peki?[2]
- İşte onu Allah ve Rasûlü bilir! Fakat O gelmeden önce çok iyi hazırlık yapmalıyız biz.
- Ne gibi?
- Her bakımdan hazırlık olmalı bu.
- Doğru ya, O’nu şanına uygun bir şekilde karşılamamız lazım.
- Sadece karşılamak mı?
- Başka ne peki?
- Öncelikle her birimiz kendimizi çok iyi yetiştirmemiz lazım. Allah ve Rasûlü’nün istediği gibi birer Müslüman olmalıyız önce.
- Doğru söylüyorsun, doğru diyorsun da…
- Eee, neden sözünüzün arkasını getirmeyip, “da” diyerek kestiniz?
- Herkes sizin gibi olamaz ki.
- Herkes kendisi gibi olmalı komşum. Herkes birileri gibi değil, İslâm’ın emrettiği, Allah ve Rasûlü’nün istediği gibi olmalı.
- Bu da doğru işte!
- Öyleyse hiç zaman kaybetmeden başlayalım çalışmaya.
- İyi olur, sen de bize yardımcı olacaksın ama.
- Allah ve Rasûlü için canım feda olsun. Yeter ki, siz de cân-ı gönülden isteyin bunu.
- İstiyoruz elbet.
İslâm ile şereflenen bütün Müslümanlar, bütün vakitlerini en hayırlı işlerle doldurmuşlardı. Ev işleri ve çocuklarının terbiyesinin yanında ailelerine karşı sorumluluklarını da aksatmadan yerine getiriyorlardı.
İçlerinden büyük bir kısmı bir başka çabaya girmişti. Hz. Mus’ab bin Umeyr’in öğrencileri olarak çok iyi yetişmişlerdi. İşte bunların asıl faaliyet alanı, İslâm’ı ve Hz. Peygamber’i anlatmaktı. Üstelik bu konuda da çok başarılıydılar.
Yaşıyorlardı çünkü… Anlatmaya çalıştıkları aşkı, sevdayı, muhabbeti yaşıyorlardı. Yaşayınca da anlatmak daha kolay oluyordu tabii.
Komşu ve arkadaşlarıyla bir araya gelip, Kur’ân talimi yapıyorlardı önce. Her şeyin başı Kur’ân idi çünkü.
İbadetler konusunda takıldıkları şeyleri Mus’ab bin Umeyr’den sorup öğreniyorlardı. Hz. Mus’ab (ra), Peygamberimiz’in temsilcisiydi burada. O’nu temsil ediyor ve O’nun adına icraat yapıyordu.[3]
Bütün herkes çok seviyordu onu. Daha doğrusu kendilerini Allah ve Rasûlü’ne götüren her şeyi ve herkesi, her Müslüman çok seviyordu. Sevgi ve muhabbet, İslâm’ı yaşayış ve hayata yansıyış şekliydi…
Kur’ân başta olmak üzere, İslâm esaslarını bir bütünlük içinde öğrenmeye ve yaşamaya çalışırken bir başka hazırlık da yapıyorlardı…
Peygamber Efendimizi evlerinde misafir etmek!
İşte bunun için de hazırlık yapıyorlardı. Evlerinin en iyi odalarını O’nun için hazırlıyorlardı. İki katlı evi olanlar, üst katlarını O’nun için hazırlamanın gayreti içine girmişlerdi.
Bu hazırlıkları yaparken bir “Keşke” yankılanıp duruyordu içlerinde…
- İki Cihan Güneşi, keşke bizim eve misafir olsa![4]
Herkes bunun aşkına düşmüştü şimdi… Her türlü hazırlıkların yanında, bunun için de özel olarak hazırlık yapıyorlardı…
Herkes, her şeyleri ile hazırdılar artık… Yesrib Müslümanları, O’nu bekliyorlardı artık… Beklemeleri uzun sürmedi…
Peygamberimiz aleyhisselâm’ın talimatıyla yola çıkan sahâbîler, duruma göre birer, ikişer, ya da küçük guruplar halinde Yesrib’e gelmeye başlamışlardı.
Mekkeli çilekeş Müslüman kardeşinin yüzünde, gözünde, özünde, sözünde, her hâl ve hareketinde Peygamber Efendimizi görmeye çalışmaları, görülecek bir manzaraydı…
Peygamberler Sultanı, önce sevgili ashâbının güvenliğini sağlıyordu. Kendisi ateş çemberinin içinde kalarak, onları gönderiyordu önce. Ve nihayet beklenen müjdeli haber geldiğinde, hava bir başka havaya dönüştü…
- Peygamberimiz aleyhisselâm, Yesrib’e hicret için Mekke’den yola çıktı!
İşte bu haber bir defa daha coşturdu muhabbetli gönülleri. İki Cihan Güneşi geliyordu öyle ya! Karanlıklar aydınlanacak, zulmetin yerini nûr alacaktı!
O geliyordu çünkü O… İki Cihan Güneşi geliyordu… Güneş geldi mi, karanlık kaybolup giderdi öyle ya…
Müjdeli haberin üzerinden on üç gün geçti. Gelmesi yakındı artık. Herkes biliyordu ki Mekke-Medine (Yesrib) arası, yolculuğun şartlarına göre 14-16 günlük yoldu.
Gönüller Sultanı’nın Mekke’den çıkışında başlayan heyecan, gün geçtikçe artmış, on üçüncü güne girdiklerinde, evlerinde duramaz olmuşlardı artık… Fakat beklenen eşsiz misafir, o gün de gelmemişti…
O geceyi zor geçirmişler, sabahın erken saatlerinde yollara dökülmüşlerdi yine. Heyecanlı bekleyiş, her dakika bir başka heyecana dönüşüyordu. İki Cihan Güneşi ufukta göründüğünde, Yesrib nerede ise yerinden oynamıştı…
- Geliyor işte!
- İki Cihan Güneşi geliyor!
- Peygamberler Sultanı geliyor!
- O geliyor, O…
Yesrib, her şeyi ile muhabbet yarışındaydı… Her biri büyük bir coşkuyla muhabbet vesilesine, muhabbetle koşuyorlardı…
- İşte geldi!
- Peygamber geldi!
- Allah Rasûlü geldi!
- İki Cihan Güneşi geldi!
- Gönüller Sultanı geldi!
- Sevgililer Sevgilisi geldi!
Herkes bir başka ifade ile aynı muhabbeti seslendiriyordu. Bu muhabbet güfteye, güfte besteye döküldü ve meşhur “Taleal Bedru Aleyna” gibi bir şaheser oluşuverdi…
Öylesine büyük bir coşku ile karşıladılar ki, İki Cihan Güneşi çok memnun kalmıştı. Güneşi bile gölgede bırakacak bir gülümsemeyle, kendisini karşılamaya çıkan bu coşkulu kalabalığa bakan İki Cihan Güneşi, muhabbetinden muhabbet iksiri sunuyordu…
Hz. Peygamber’i karşılamaya çıkanlar, sevinçlerinden ne yapacaklarını şaşırmış bir haldeydiler. Kimisi sevinçle çığlık atıyor, kimisi hıçkırıyor, kimisi yerinde duramayıp havalara zıplıyordu! Herkes bir başka âlemdeydi…
Bir yandan O’na bakıp şükrediyorlar, bir yandan da sicim sicim gözyaşı döküyorlardı. Sevgi ve muhabbet gözyaşıydı bunlar. Allah ve Rasûlü muhabbetiyle yanıp tutuşan bu coşkulu kalabalığın her biri, bir başka sevdayla öne çıkıp Rasûlüllah’ın bindiği devesinin yularını tutmaya çalışıyorlardı…
- Malım-mülküm, annem-babam, çoluk-çocuğum, canım-kanım her şeyim Sana feda olsun ey Allah’ın Rasûlü! Bizim evimizi şereflendir. Evimizi Senin için hazırladık. Bize buyur yâ Rasûlallah![5]
- Bize buyur!
- Bize buyur!
- Bize buyur!
- Her şeyimizle her şeyine hazırız yâ Rasûlallah![6]
Doğruydu, hazırlanmışlardı. Hazırların hazırlıkları her şey ile meydandaydı. Yesrib Müslümanları, Peygamber Efendimiz için hazırdılar.
Sallallahu aleyhi ve sellem…
[1] İbn İshâk, İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, c. 2, s. 89-91, 111; İbn Sa’d, Tabakâtü’l-Kübrâ, c. 1, s. 226; Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, c. 1, s. 257.
[3] İbn Esir, el-Kâmil fi’t-Târih, c. 2, s. 101; İbn Haldun, Târih, c. 2, 2, s. 14; Zehebî, Târîhu’l-İslâm, s. 311, 313.
[4] Halebî, İnsânu’l-Uyûn, c. 2, s. 1 80; Diyarbekrî, Târîhü’l-Hamîs fî Ahvâli Enfesi Nefî, c. 1, s. 320; Abdurrezzak, el-Musannef, c. 5, s. 387.
Yeni yorum ekle