Eğer miladi 632’den sonra yeryüzüne firavunlar gelmeyecek olsaydı Kitabullah’ta bize Musa(as)’ın Firavunla mücadelesinin anlatılmasına gerek kalmazdı. Çünkü Kur’an-ı Azîz, bir hikâye kitabı değildir.
Cahiliye ise Kur’ânî bir tabirdir. Bu da kıyamete kadar insanların bu kavramla muhatap olacağını gösterir. Tıpkı Osmanlı’yı kuranların olduğu gibi…
Kastımız şu:
13. yüzyıl, İslam Tarihi için oldukça sıkıntılı bir dönem. Adına Moğollar denen kavim, tarihin hiçbir döneminde menfi anlamda bu kadar etkin olmadı. Cengiz ve oğulları, Moğolistan’dan çıkıp Ortadoğu’yu kasıp kavurdular ve geldikleri yere tekrar geri döndüler. Bir daha da insanlığı rahatsız etmediler. Sanki onların tarih içindeki varlık sebebi buydu. Oysa kasıp kavurdukları Ortadoğu, yaratıcı olarak Allah’ı tanırken onlar sarı köpeğe tapacak kadar ilkel bir din anlayışına sahiptiler.
Osmanlı’nın yetiştirdiği büyük tarihçilerden biri olan Ahmet Cevdet Paşa, bu durumu garipser ve soru’nun peşine düşer. Ona göre Moğollar Allah’ın İslam dünyası üzerine gönderdiği bir bela veya musibettir. Ama neden? Neden âlemlerin Rabbi kendisine iman eden kullarını, köpeğe tapan bir topluluk karşısında zelil etmiştir? Zira o dönemde Moğollar karşısında az da olsa başarı gösterebilen tek İslam devleti Memluk Sultanlığı’dır. Diğer İslam devletleri, maalesef çok ağır yenilgilerle ya tamamen yıkılmış ya da yenilginin bir başka ağır boyutu olan vergi vermeyi kabul etmişlerdir. Kaldı ki bunların içinde bizim kurduğumuz Anadolu Selçuklu Devleti de bulunmaktadır. İşte bu zamanlar, Anadolu’da yaşanan bir tür cahiliye sürecinin de başlangıcı olur.
Siyasi güç olarak Anadolu’ya hâkim olan Moğollar, sosyal yapıyı da bozarlar. Onlardan etkilenen Anadolu gençleri, ehl-i küfür olmalarına bakmaksızın (tıpkı şimdi olduğu gibi) onlar gibi giyinmeye, bu işin kitabını biz yazdığımız halde onlar gibi ata binmeye, onların kullandığı koşum takımlarının aynısını kullanmaya başlarlar. Muhammed Mustafa (as) kandilinin yaydığı aydınlıktan kaçan Anadolu halkı, cahiliyenin karanlığına doğru koşmaya başlarlar.
Araştırmaları sonucunda Ahmet Cevdet Paşa yukarıdaki sorunun cevabını bulur. Der ki, 13. yüzyıl, Ortadoğu’da küçük küçük birçok İslam devletinin kurulduğu zamandır. Ancak bu irili ufaklı İslam devletleri etraflarındaki küfür devletleri ile değil de birbirleri ile savaşmayı tercih ederler. Sanki bu Allah’ın gazabını çekmek için yeterli değilmiş gibi birbiri ardına itikadî açıdan sapık birçok mezhep de kurulmuştur bu yüzyılda. İşte der Paşa, Allah, siyasi açıdan parçalanmış, itikadî açıdan sapıtmış bu Müslümanların üzerine Moğolları bir bela ve musibet olarak göndermiştir.
“İnsanlar çığırından çıkıp da azıttıkları zaman, Cenab-ı Allah, Cengiz gibi kan dökücüler gönderir. Kullarını, kulları ile ezer. Zalim, Allah’ın kılıcıdır. Onunla intikam alır ve sonra da ondan intikam alır.”[1]
Peki, bu gidişe bir dur diyen olmadı mı?
İşte Yunuslar, Mevlanalar, Şeyh Edebaliler, Ahmet Yesevilerin talebeleri bu zamanların kahramanları. Teşbihte hata olmaz: Millet-i İbrahim’den olanlar. Yani bizim hanifler. O gençlere “Siz ne yapıyorsunuz, kendinize gelin.” diyenler.
Eğer Moğol istilasını, 13. yüzyılda Ortadoğu’daki Celâl esmasının tezahürü diye tanımlayacaksak biline ki her Celâl aslında içinde mutlaka Cemâl esmasını da barındırır. Bu fakirin tezidir, o yüzden kabul etmeyebilirsiniz. Ama ben diyorum ki Celâl’in içindeki Cemâl, “Osmanlı” idi. Çünkü parçalanmış İslam dünyasını alıp ümmeti aynı sancak altında toplayan birleştiren odur. Hatta toplayamadığına da “Başınız sıkışırsa bir haber uçurun yeter.” mesajını çok net vermiştir. Bu yüzdendir Kanuni dönemindeki Hint-Deniz Seferleri, Sarı Selim dönemindeki Açe Yardımları…
13.yüzyıldaki itikadî sapkınlıklar ise içinden Mevlevîliği, Vefâîliği, Bayramîliği, Zeynîliği, Yunus’u, Mevlana’yı ve daha birçok gönül erini çıkarmıştır.
Hani derler ya, karanlığın en yoğun olduğu vakit aslında sabaha en yakın vakittir.
Ve bu medeniyetin sabahı boldur.
Zira biz her dem yeniden doğanlarız…
***
Peki, biz şimdi nerdeyiz, gecede mi sabahta mı, derseniz
Derim ki,
Aslında 13. yüzyılla 21.yüzyılın orta doğusu arasında o kadar çok benzerlikler görüyorum ki…
Değişen bir şey yok. Aynı siyasi parçalanmışlık, aynı itikadî sapkınlık bugün de var. Hatta bugün de Ortadoğu’daki İslam devletleri, birbirleri ile dost değiller. Tam tersine sınır komşusunun aleyhine ehl-i küfürle ittifak yapıp, ona yardım edebilmekteler. Irak için tezkere tartışmaları daha hafızalarımızdan silinmedi bile… Tam da bugünlerde Ortadoğu’nun nasıl kaynadığını hepimiz görüyoruz.
Sadece dün gelenler, Asya’nın kuzey bozkırlarından gelmişlerdi; bugünküler deniz aşırı…
Dünkülerin adı Moğollar; bugünkünün adını sokaktaki çocuk bile biliyor. Hatta sorsanız onun Ortadoğu’daki maşasını da söylerler. Hatta ve hatta o maşanın İslam ülkeleri içindeki yardımcılarını da.
Tarih tekerrürden ibarettir. Tarihteki olaylar belli noktalarda birbirine benzerler. Olayların sebep ve gelişimleri, olaydaki etkenlerin vasıfları birbirine benziyorsa sonuçlardaki benzerlik ihtimali de o kadar yüksektir. İşte bu yüzden fehamet ve feraset sahibi eski tarihçilerin ufukları da genişti. Şimdilerde buna uzak görüşlü olmak da diyorlar. Gaybı bilmek değildi yaptıkları. Benzerlikleri bulup sonuçları doğru okumak diyebilirsiniz belki. Ne kadar geriye bakabiliyorsanız o kadar ileriyi görebilirsiniz diyorum. Âdemi görüyorsanız, onu doğru okumuşsanız eğer, inanın kıyameti de görebilirsiniz. Orada bulunmasanız bile… Bu yüzden büyük bir mezhep âlimimiz “Tarih okumak aklı çoğaltır.” diyor.
Sadede gel derseniz eğer,
Yer: aynı
Sebepler: aynı
İstila süreci ve tepkiler: aynı
Gelenler ve onlara yenilenlerin isimleri: farklı
Peki, o zaman bu sürecin içinden güçlü ve tüm İslam ülkelerini kendi koruyucu kanatları altında toplayan; ezilen, zulüm gören, sömürülen tüm Müslim ve gayrimüslimlerin her zaman yanında olan, ama bunun karşılığında dünyalık hiçbir çıkar beklemeyen bir ülkenin çıkması gerekmiyor mu? Tıpkı Osmanlı gibi…
Biliyor musunuz Osman Gazi daha devleti kurmadan yıllarca önce genç bir delikanlı iken, babası Ertuğrul Gazi ile birlikte birçok kez Konya’ya gitmiş. Tayy-i zaman yapabilsek ve onu Konya sokaklarında dolaşırken görebilseydik sizce biz mi ondaki cevheri fark eden, hayran olan kişiler olurduk yoksa o yıllarda Konya’da yaşayan halk mı? Tabii ki tarihe dikey bakanlar olarak biz… Çünkü Konya halkı o sırada tarihe ancak yatay yani yaşadıkları yüzyıldan bakabiliyorlardı. Ancak doğru ve net görebilmek için yükselebilmek gerekir. O gün o delikanlıyı gerçek kalitesi ile bir tek kişi tanıdı. O da Mevlana Hazretleri idi. O sıralarda bir Kalenderî şeyhine yeni intisab etmiş olan Anadolu Selçuklu Sultanı’nı kastederek, “Sultan kendine bir baba buldu ise hamdolsun biz de kendimize bir evlat bulduk.” der ki o sırada Osman (Gazi)cık en fazla 14-15 yaşlarındadır. Ona hayır duada bulunur, Osmancık da onun elini öper. Mevlana Hazretleri’nin onu keşfetmesi ağırlıklarını terk edebilmesinden, yükselebilmesinden gelen bir kabiliyettir ama defalarca Konya’ya gelip-gittiği halde Konya halkı onu keşfedememiştir. Hatta onlar aslında Mevlana’yı da bizim bildiğimiz boyutu ile keşfedemediler. Çünkü ona da yatay bakıyorlardı. Sorabilseydik onlara “Kimdir bu adam?” diye, “Muhterem bir hoca efendidir.” diyebilirlerdi ancak. Onu gerçek vasıfları ile o yüzyılda tespit eden Muhyiddin-i İbn-i Arabî idi ki zaten o da yükseklere çıkabilenlerdendi. İbn Arabi gibi, babasının arkasında yürüyen küçük Mevlana’yı görünce “Subhanallah!.. Bir okyanus bir denizin arkasından gidiyor.” diyebilmek için sadece mekânda değil zamanda da yükselebilmek gerekir…
Biz cevâmiü’l- kelîm değiliz. Aslında bu kadar laf şu küçük cümleyi kurmak içindi:
Gözünüzü kapatın. Kalbinize bir dönün. Her ne kadar onunla yatay düzlemde birlikte yaşasanız da içinizdeki ve dışınızdaki cümle sesleri susturduğunuz zaman, o sessizliğin içinde Osman Gazi’nin ayak seslerini duyabilirsiniz. Hatta dikkat edin ayaklarının yere vuruş şeklinden yaşını bile tahmin edebilirsiniz.
“Siz ne yapıyorsunuz, kendinize gelin!” diyen Şeyh Edebalîleri bulmak isterseniz o biraz daha kolay; kulak kabartmanız yeter. Kim bu kimliksiz, kendinden ve değerlerinden uzak gençlerin kulaklarına bunları fısıldıyorsa onları bulun.
Hatta Şeyh Edebâli’yi bulursanız, Osman Gazi’yi de bulursunuz, emin olun.
Siz tekkeyi bekleyin, o dönüp dolaşıp gelecek. Malum biraz asiliği vardı Kara Osman’ın. Şeyh Edebali’nin eteğine öyle kolay yapışmamıştı.
Ama eğer siz o 400 çadır halkının içinde olmak istiyorsanız o geldiğinde orda olun.
Çünkü inanın bana bu garip ümmetin derdine hem-derd olacak bu garip milletten başka kimse yok.
Son bir asırlık oyunu bozduk.
Ümmet yüzünü bize dönüyor biz de ümmete.
Vakit kıyama durma, çalışma vaktidir.
Meydanlara çınar ağacı dikerken onun gölgesinde gölgelenecek kadar uzun bir ömrü olamayacağını bilen ecdadımız gibi, biz görmesek de, gölgelenmesek de olur.
Yeter ki oğlumun oğlu gölgesinde otursun.
Yavuz gibi “kûşe-î kabrimde” bile dilşâd olurum…
24 Ramazan 1432
Belde-i Tayyîbe
Eski-dâr
[1] Ahmet Cevdet Paşa, İslam Tarihi, Ankara, 1996, s.50.
Yeni yorum ekle