Rasûl’ün Sözünü Yere Düşürmeyen Erler


Mekke ve Kostantiniyye…

Acaba Allah ve Rasûlü’nün, mutlaka alınacağını müjdelediği bu iki şehirden başka bir şehir var mı dünya üzerinde?

Kaynak sorununu çözebilirseniz eğer, çok çok Roma’yı ekleyebilirsiniz. Bir de Şam ile Müslümanların hicret edeceği yer olarak gösterilen Medine’yi.

Kostantiniyye’nin fethi bir sonuç değildir. Tam tersine bize her ne için hedef gösterildi ise ona giden sürecin başlangıcıdır. Ve o süreç henüz tamamlanmış değildir. İşte Hz. Peygamber’in “Fetih Hadisi”ne -sadece arifler keşfetsin diye- gizlediği asıl hedefin ortaya çıkabilmesi için bu ve bundan sonraki neslin hizmeti, aşkı, feraseti, enerjisi, gayret ve zekâsı gerekmektedir. Öyle ya, sadece almak için mi aldık biz bu şehri! El-Hak, Peygamber müjdesiyle övülmek öncelikli ve önemli bir arzudur. Ama alanlar kadar alınan yerin de bir değeri olmalı değil mi? Eğer bu şehrin mü’minler tarafından fethedilmesi, Allah’ın davasının yeryüzüne hâkim kılınmasında önemli bir aşamayı teşkil etmeyecek olsaydı bu kadar önemli bir ağızdan bu kadar etkili bir şekilde zikredilmesine de gerek kalmazdı. Biz İspanya’yı da aldık, Konya’yı da. Biz Fas’ı da aldık, Horasan’ı da, Kafkasları da… Ama bunlardan hiç birini alan, bizzat Peygamber tarafından övülmedi. Özetle alanlar veya almak kastı ile yola çıkıp da alamayanlar ne kadar önemli ise alınan yani hedef gösterilen yer de o kadar önemli. İşte o önemin ne olduğuna, bu şehrin hangi özelliğinden kaynaklandığına dair (üç kıtanın birleştiği yer, göç, geçiş, ticaret yolları üzerinde olması, stratejik konumu vs. gibi bilindik özellikleri hariç)  bu fakirin fikrini bir başka yazıya bırakalım da şimdilik gösterilen hedefin birinci aşamasından bahsedelim:

Yıl: 627 Hendek Savaşı

Siz bir gün Kayser’in şehrini alacaksınız, anlamına gelen sözler Peygamber’in mübarek fem-i saadetlerinden döküldü.

Yıl: 655

            Hz. Osman döneminde bu hedefi gerçekleştirebilmek için ilk kez bir İslam donanması Finike açıklarına kadar geldi. Ancak burada Bizans donanması ile karşılaşıp savaşınca Kostantiniyye’ye kadar gidilemedi.

Yıl:668-669

Emeviler döneminde 668 de Hz. Muaviye’nin emri ile İslam ordusu karadan yola çıkarıldı. Bu ordunun komutanı ashabdan Fedale b. Ubeyd el-Ensarî Hazretleri idi. Ondan başka 62 kadar daha sahabi vardı.[1] Kimler yoktu ki bu ordunun içinde… Hz. Hüseyin mi, Abdullah bin Zübeyr mi, İbni Ömer mi, İbni Abbas mı, Ebû Eyyub mu veya Ebû  Şeybe el-Hudrî mi…

Tam 63 kandilin hâlesi düştü bu topraklara…

Onun için bu şehirde mayıs ayında erguvanlar Hüseynî makamında açarlar.

Güneş Eyyûbî renkleri ile batar bu şehirde…

….

Nerede bir sahabînin ayak izlerini görürseniz bilin ki, o toprak bizimdir.

Nerede bir sahabînin ayak izi var da orası bizim değilse bilin ki o iz, o toprak bizim olsun diye bırakılmıştır oraya.

Mesela Kıbrıs’taki “Hala Sultan”. Efendimize dedesi tarafından büyük hala düşen bu hanımefendi, ilk deniz gazilerinden olup Hz. Osman zamanında Kıbrıs’ın fethinde şehit düşmüştür (650). Yürüyemeyecek kadar yaşlı olan bu mübarek hanımın kabri, Larnaka’nın Tuzla bölgesinde kalmaktadır ki burası, şu an Rum bölgesidir. Hala Sultan Kabri’nin bulunduğu Kıbrıs, zaman zaman el değiştirmiş, uzunca bir süre Venedik hâkimiyetinde kalmıştır. Bilmiyorum, yarın huzuru mahşerde Sarı Selim’e şefaat yetkisi, Hala Sultan’a verilir mi ama, kabrini Venedik tasallutundan kurtaran odur.

O günden sonra Tuzla civarından geçen Osmanlı gemileri tâ I.Dünya Savaşı sonuna kadar top atışı ile Hala Sultan’ı selamlamadan oradan geçmemişler.[2] Buyrun size “Onlar diridirler.”(Bakara 2/154) ayetini hem tasdik etmiş hem hazmetmiş olmanın hâl dili ile izahı…

Peki, bu gün bırakın selamlamayı, ziyareti, yanından bile geçebiliyor muyuz? Hayır! Çünkü beğenmediğimiz Sarı Selim kadar bile olamadık. Bırakın toprağını koruma onurunu, Hak Teâlâ türbesini temizleme şerefini bile bahşetmedi bu vefasız nesle… Demek ki bu millet, bir IV. Selim çıkarana kadar bekleyeceğiz daha…

Gelelim hem izi, hem kandili, hem kabri, hem türbesi bizim olanlara…

İmam Şafii Hazretleri’ne göre, Rasûlullah vefat ettiğinde Medine içinde 30 bin, Medine civarında da 30 bin olmak üzere 60 bin sahabi vardı. Tarihi kayıtlara göre Veda Haccı’nda O’nu dinleyenlerin sayısı 114-125 bin arasında idi. Peki, biz bunlardan kaçının kaydını tarihe düştük? Sadece 10 bininin. 10 bin tanesinin ismi-künyesi ve hikâyesi kaydedildi tarih kitaplarına. İşte bu 10 binden 63’ü ancak tarihi kayıtlara göre bu şehre geldiler. Kim bilir kayıtlara geçmeyen ama o kuşatmada bu şehre gelen kaç kişi vardı? Kaldı ki o 63 kişi bile gelen orduyu tabiin ordusu haline getirmeye yeter. İşte tam burası sözün bittiği yerdir. Hani biz Çanakkale’de yürürken toprağın altındaki “kefensiz ölüler” sebebi ile toprağa basamıyoruz ya, Ayvansaray’da nasıl basabiliyoruz? Yıllarca devam eden İstanbul kuşatmalarında kim bilir kaç sahabi, kaç tabiin ve yedi ayrı kuşatmada kaç Osmanlı askeri tam da oradaki sur diplerinde şehit düştüler. Düne kadar her tarafı mezarlıktı. Ne zaman ki oto yolu tam oradan geçirdik, o mezarları da o zaman kaybettik. Toprağın üst katmanındaki Osmanlı’ya ait mezarlar tamamen kayboldu. Ama size bir sır vereyim: 668 ve 673’teki kuşatmalarda gelip de burada şehit düşen sahabe ve tabiin defnedildikten 700 yıl sonra Osmanlı’nın ilk şehitleri buralara defnedildi. Yani toprağın derinliklerinde o nurlar hala yerinde duruyorlar.

Bir gün kendinize bir iyilik yapın. Bir Cuma günü, yanınıza kimseyi almadan yola çıkın. Eminönü’nden Ayvansaray’a yürüyerek bile gidebilirsiniz. Hele bir bahar sabahı ise ve serde gençlik de varsa… Tam köprünün ayaklarına geldiğinizde Ebû Şeybe el-Hudrî’nin Türbesi’ni veya Toklu Dede Haziresi’ni sorun. Türbeye girmeyin bile. Bahçesinde bir durun. Tam orası “Sahabiler Haziresi” diye bilinen yerdir ki o civarda bini aşkın sahabi olduğu rivayet edildiğinden bu ismi almıştır.[3] İşte tam o hazirede gözünüzü kapatın. Kalbinizden bir selam verin toprağın altındaki o dipdirilere. Sonra oradaki kokuyu içinize çekin. Oturun, bir hasbihâl edin onlarla. Korkmayın. Onlar ölü değil, diridirler; sizi duyabilirler. Sadece toprağın üstündekilerden değil toprağın altındakilerden de dostunuz olsun. Kim bilir o tarafa geçtiğinizde belki onlar karşılar sizi. Düşünsenize sahabeden veya tabiinden dost edindiğinizi… Böyle bir lükse dünyanın her yerinde ulaşamazsınız. İlla da ismi olan biri ile dost olayım diyorsanız bilesiniz ki Ebû Şeybe el-Hudrî Hazretleri oralarda çok yakında bir yerlerde yatıyor. Türbedeki kabri ise (mezarının tam yeri tespit edilemediği için) “makam kabir”dir. Hem de Fatih Sultan Mehmet Han tarafından tespit ettirilmiş bir makam-kabir. Unutmadan öyle ömürde bir ziyaretle dostluk olmaz. Siz, her bunaldığınızda gelin. Tıpkı Peygamber gibi siz de onlara deyin: “Pek yakında biz de sizin yanınıza geleceğiz.” Ölmeden önce ölün ki ölüm size dost olsun. Göreceksiniz o hazirede dünyanın bütün dertleri size küçük ve anlamsız gelecek. Değil mi ki toprağın altı var… Ama bir keresinde, mutlaka ama mutlaka çoluğunuzu çocuğunuzu alın onlarla gelin. Belki sizden sonra onlar da dost olur. Siz sahabi ziyaretine geldiniz ama yine de Toklu Dede’ye vefasızlık etmeyin. Haziredeki kabirlerden biri onun. Ona da bir Fatiha hassaten gönderiverin. O kim mi? Hem Fatih’in kuşatma sırasındaki askerlerinden, yani “Ni’me’l-Ceyş”ten hem de Fetih’ten sonra Ebû Şeybe el-Hudrî Hazretleri’nin türbedarlarından…

Sonra çıkın o Hüseynî erguvanların açtığı bahar akşamında türbeden. Eyyubî akşamların ezanını mavi Haliç kıyısında dinleyin. Tıpkı atalarınızın Eyüp toprağına abdestsiz basmadıkları gibi sizde Ayvansaray toprağına abdestsiz gelmeyin. Sonra tutun küçük oğlunuzun elinden, yolun karşısına geçin, Hz. Ka’b’ın türbesinin yanında şirin mi şirin, minicik Hacı Hüsrev Mescidi’nde bir akşam namazı eda edin birlikte. Hem de cemaatle. Siz öldüğünüzde, yıllar sonra bile oğlunuz o namazı da, o ezanı da, sizi de hiç unutmaz.

Biliyorum “ Ya kızım varsa” diyorsunuz.

Ona özel, İstanbul’un bir başka efsunlu köşesini ömrümüz olursa bir başka yazıya inşallah… 


[1] M.Efendioğlu,  Eyüp Sultan Sempozyumu, VII, s.135.

[2] Gönül Sultanlarımız, Hüseyin Algül, İstanbul 2007, s.42.

[3] İstanbullu Sahabeler, Necdet Yılmaz/Coşkun Yılmaz, İst. 2003,s.167.

Yazar: 

Yeni yorum ekle

Image CAPTCHA
Enter the characters shown in the image.