3 yıl önceydi! Mekke’de 16 yaşında bir yetim ile karşılaşmıştık. Aslında oğlumun okuldan arkadaşıydı o yetim. Otelimiz Ebu Kubeys tepesinin arkasındaki boş, kayalık alana bakıyordu. Bizi Medine’ye uğurlamak için gelmişti otele. Kendisi ise ertesi sabah İstanbul uçağına binecekti. Sordular: “Yarın uçağın kalkacak ve sen buradan ayrılacaksın. Şimdi, şu anda ne hissediyorsun?” Boş, dalgın gözlerle Ebu Kubeys’in arkasındaki kayalık alana bakıyordu: “İçimden bir ses diyor ki; git, şuraya saklan, seni arasınlar, arasınlar bulamasınlar. Bırakıp gitsinler.” O, “mücavir” olmayı* isteyen ne ilk ne de son mümindi. Bahsettiği şeyi yapanlar o kadar çoktu ki sonunda olay kendi terimini de oluşturdu.
MEKKE’DE MUHACİR
Kendimi hatırlıyorum o gün, Çok ama çok sinirliydim. Oysa beş gün boyunca kimseyi kırmamak adına yalnız tavaf yapmış, yalnız Mescid’e gidip gelmiş, Kimseyi en ufak bir şekilde düşünceme sokmamak için yere bakarak yürümüştüm. Şimdi kim olduğunu bilmediğim birileri, nedenini anlamadığım bazı kurallar veya dünyevi bir takım zorunluluklar, bana bu şehirden ayrılmamı söylüyor, hatta emrediyordu. İşte onlara çok kızıyordum. Ama hiçbiri somut bir şekilde karşımda değildi ki… İşte o yüzden ben yine yere bakmaya devam ettim. Otobüs Mekke’den ayrılıp hicret güzergâhındaki otobana girdiğinde, içimdeki öfke patlamasının sessiz çığlıkları, gözlerimdeki yaşlarla birleşti. İşte o an, yıllardır anlattığım siyerin içindeki “hicret” kavramının içi doldu. Ben ancak o gün, Resûlullah’ın Mekke’yi beden gözü ile görebileceği son nokta olan “Seniyyetu’l Veda” da, başını geriye, Mekke’ye çevirip, son kez baktığında söylediği cümlenin gerçek anlamını kavrayabildim: “Ey Mekke! Vallahi sen, hiç şüphesiz ki Allah’ın yarattığı yerlerin en hayırlısı ve Allah’a en sevgili olanısın. Eğer senin halkın beni senden çıkmaya zorlamamış olsaydı, vallahi seni terk etmezdim.” (Ahmed b. Hanbel-Müsned. C.4 s.305)
MEKKE’DEN MUHACİR…
Evet, senden çıkmaya zorlamasalardı, seni terk etmezdim. Ben sende muhacir… Ben sende mücavir… Ama bırakmadılar işte! “Yıkılası hanede evlad-ı ıyal var.” dediler. Resûlullah Mekke’den ayrılırken müşriklere kızgın mıydı bilmiyorum. Ben çok kızgındım, hem de çok. Neden sonra, içimdeki öfkenin anlamını çözmeye çalıştım. Hiç zor olmadı cevabı bulmak: Mekke’ye, şafak sökerken girmiştik. Cidde istikametinden Mekke’ye geliyorsanız ve aylardan temmuz ise güneş tam Hira’nın arkasından doğuyor biliyor musunuz? Göğe doğru uzanan o sivri tepesi ve arkasındaki kıpkızıl şafakla o kadar muhteşemdi ki gözlerimi kapattım. Âdeta beynime kazıdım. O yüzden hâlâ gözlerimde durur o şafak. Mekke’ye girinceye kadar açmadım gözlerimi. O kadar heyecanlıydım ki O’nu ilk gördüğümde ne hissettiğimi iyice anlayabileyim diye böyle yapmıştım. Harem’in minarelerinin göründüğünü söylediklerinde açtım gözlerimi. Önce şaşırdım. Çünkü bu şehir hayatımda ilk kez geldiğim, ilk kez gördüğüm bir şehir değildi. Konya nasıl bizimse, Erzurum nasıl tanıdıksa, bu şehir de öylesine benim ve tanıdıktı. Oysa burası siyasi sınırları çizilmiş, yabancı bir ülkeydi. Dilini anlamıyordum, iklimine alışık değildim, vize vermeselerdi bu ülkeye giremezdim bile. Mantığımdaki yabancılık ve ruhumdaki tanıdıklık hissi birbiri ile çatışıp dururken aklım ikisini de susturdu: “İnsanın babasının memleketi “vatan-ı aslisi”dir. Vatan-ı aslide yabancılık çekilmez! Bu topraklar Âdem (as) babamın toprakları, Burası benim vatanım. İnsanlığın vatanı…” Hatta akademisyenler hadisin sıhhatini tartışadursun, ben o gün Âdem babamın bizzat âlemlerin Rabbinin kendi “kudret eli” ile karılan çamurunda, Mekke toprağından bir parça olduğuna da inandım. Şimdi, hangi resmi kurallar, hangi dünyevi zorunluluklar, beni, babama ait bir topraktan çıkmaya zorlayabilirdi ki? Meğerse Mekke’ye bir kez gelen, mücavir olamıyorsa hep muhacir kalıyormuş. “Gidin!” dermiş Faruk (ra), “Gidin, özleyin de gelin!” Özlemesi kolay… O çağırırsa gelmesi de kolay… Ama gitmek? Sen Mekke’den ayrılmamış ve Mekke’yi özlememiş olsaydın; o gece karası gözlerinle Mekke’ye son kez bakmamış olsaydın, ümmetin hep Mekke’de “mücavir” kalacaktı ya Resûlallah! Hani Esma b. Umeys’e (ra) “Siz iki kere muhacirsiniz.” demiştin de, Ömer(ra)’in yanından uçarak geçmişti… Biz de iki kere muhaciriz Efendimiz: Hem Mekke’den Muhacir… Hem Sen’den Muhacir… *Mücavir, dünyanın dört bir yanından Mekke veya Medine’ye gelip de ayrılamayarak, ölene kadar burada kalanlar.
Yeni yorum ekle