عَنْ عَلِىٍّ رضى الله عنه أَنَّ النَّبِىَّ صلى الله عليه وسلم قَالَ : لاَ طَاعَةَ فِى مَعْصِيَةٍ ، إِنَّمَا الطَّاعَةُ فِى الْمَعْرُوفِ
Ali radıyallahu anh‘ın haber verdiğine göre Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
“Allah’a isyan olan yerde (kula) itaat yoktur. İtaat ancak meşru olanda gerekir.”[1]
Toplum hayatının temeli emir-itaat, yöneten-yönetilen ilişkisine dayanmaktadır. Her sosyal bünyede bu iki fonksiyon ve grup mutlaka bulunmaktadır. Böyle olunca sistem ve doktrinlerin farkı, itaate getirdikleri sınırla belirlenir. Dinimizin bu konudaki prensibi hadisimizde ma’ruf yani meşru kelimesiyle çizilmiş olup bu sınır, bütün beşerî ilişkiler için geçerli kılınmıştır. Çünkü hadiste herhangi bir özel kayıt bulunmamakta, itaat ancak meşru olanda buyurulmakta, bu da Hâlık’a isyan olan yerde mahlûka itaat yoktur, diye açıklanmaktadır.
Vürûd Sebebi
Ayetlerin anlaşılmasında nüzul sebepleri, hadislerin kavranmasında da vürûd sebepleri fevkalâde önem taşımaktadır. Hadisimizin sebeb-i vürûdu olarak kitaplarımızda şöyle bir olay zikredilmektedir.
Hazreti Ali anlatmıştır: Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem askerî bir birliği, başlarına Medineli bir Müslüman’ı komutan tayin ederek göreve yolladı ve komutanlarını dinleyip itaat etmelerini kendilerine iyice tembih etti. Görev müddeti içinde birlik mensupları bir mes’elede komutanlarını kızdırdılar. Komutan odun toplatıp bir ateş yaktırdı. Daha sonra da “Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem beni dinlemenizi ve bana itaat etmenizi size emretmedi mi?” diye sordu. Onlar “Evet, emretti.” dediler. Bunun üzerine komutan;
“O halde, haydi şu ateşe girin!” emrini verdi.
Beklenmedik bu emir karşısında herkes birbirine bakmaya başladı. İçlerinden bir kısmı emre uymayı düşündü ise de diğerleri “Biz ateşten kaçıp Rasûlullah’a sığındık (şimdi nasıl ateşe gireriz!)” dediler.
Onlar bu hâlde değerlendirme yaparken komutanın kızgınlığı geçti. Ateş söndürüldü, emir geri alındı. Döndüklerinde olay Hazreti Peygambere anlatıldı. Efendimiz, o anlamsız emre uymayı düşünenlere hitaben“Eğer o ateşe girseydiniz, kıyamete kadar o halde kalırdınız.” buyurdu. Diğerlerini tasvip ve takdir ettikten sonra sözlerini şöyle bitirdi: “Allah’a isyan olan yerde kula itaat yoktur. İtaat ancak meşrû olanda gerekir.”[2]
Müslüman İtaatkârdır ama…
Mü’min itaatkârdır. Onun bu özelliği ve güzelliği bir ayette şöyle açıklanmaktadır: “Aralarında hükmetmesi için Allah’a ve Rasûlü’ne çağırıldıkları vakit, mü’minlerin sözü, sadece ‘işittik ve itaat ettik.’ demeleridir. İşte kurtuluşa erenler onlardır.”[3]
Allah ve Rasûlü’nün emirlerine itaatkârlığıyla temayüz etmiş Müslüman, hadisimizin vürûd sebebi olan olayda da açıkça görüldüğü gibi, emirlere “Allah’a isyan olmamak” kaydıyla uymakla görevlidir. Meşru’ emirlere gücü ölçüsünde uymakla yükümlüdür. Durum bir başka hadis-i şerîfte “Ma’siyet işlemesi emredilmedikçe Müslüman, istesin-istemesin, sevsin ya da sevmesin dinleyip itaat etmek zorundadır. Günah işlemesi emredildiği zaman ne dinler ne de itaat eder!”[4] diye ortaya konulmuştur.
İman, “Allah’a kul olma andı” demektir. Böyle bir andın sahibi Müslüman’ın Allah’a isyan olan yerde itaatkâr davranması, kendi kendisiyle çelişkiye düşmesi, hakka riayetsizlik etmesi demektir. Bu sebeple o, Allah’a isyan olan bir şeyi adamak ve şayet böyle bir adakta bulunmuşsa onu yerine getirmek hakkına da sahip değildir.[5] Müslüman’ın bu iman ve kişilik borcunu bilenlerin, onu buna aykırı yollara zorlamaması gerekir. Müslüman’ın yumuşak başlı oluşunu kimse, uysal koyunlukla yorumlamaya kalkışmamalıdır. Yumuşak huylu atın çiftesinin pek olduğu unutulmamalıdır.
İslâm olumluluklar dinidir. İsyan ise temelde olumsuzluk ifade eder. Bu sebeple Hz. Peygamber isimlerde bile isyan izlerini hoşgörü ile karşılamamıştır. Büyük hadisçi Müslim’in haber verdiğine göre Efendimiz, adı Âsî olan biri kendisine gelince ona Mutı’ ismini vermiştir.[6]
Hadisimizin ortaya koyduğu bir gerçek de Müslümanlardan saygı ve itaat beklemek için meşrû sınırlar içinde kalmak zorunluluğunun bulunduğudur. Aynı şekilde Müslümanların da tâbi oldukları ve itaat ettikleri kişilerin meşruiyet’e riayet edip etmediklerine dikkat etmeleri gerekmektedir. Sevgi ya da nefretlerinin kendilerini kör, sağır ve dilsiz etmesine meydan vermemeleri istenmektedir.
Günümüz sistemlerinde yasaların ve verilen emirlerin sistemin kabul ettiği ana prensiplere uygunluğu yani yasallığı değişik şekil ve usullerle halka anlatılmaktadır. Tarih boyunca İslâm ülkelerinde en yüksek seviyede emretme yetkisine sahip bulunan halifeler, devlet başkanları, emir ve fermanlarının meşruiyetini yetkililerden aldıkları fetva ile destekleme ihtiyacını hissetmişlerdir. Zira inanmış da olsa, herkesin emirlerin meşru olduğunu kestirmesi her zaman mümkün değildir.
İtaat istenirken
İdarecilik açısından güzel bir söz vardır: “Kendine itaat edilmesini istersen, güç yetirilecekleri emret!”Müslümanlar için güç yetirilebilecek emrin ilk şartı meşru olmasıdır. Mükelleflerin yetenek ve imkânlarına uygun olsa bile meşru olmayan emirler dinlenilmemeye mahkumdur. Zira Müslümanların, anne-babaları, hocaları, kocaları, arkadaşları da olsa hiç kimseye günah olan bir işte itaat etme görevleri yoktur. Kimse onlardan böylesi bir şeyi ne istemeli ne de beklemelidir. Zira sevgili Peygamberimiz “Allah’a itaat etmeyene itaatgerekmez.”[7]buyurmuştur.
Allah ve Rasûlü’ne isyanı emredene itaat, doğru yolu bulmuşken yitirmek demektir. Çünkü Peygamber Efendimiz “Allah ve Rasûlüne itaat eden doğru yolu bulmuş, kurtulmuştur.”[8] buyurmuştur. Bu sebeple doğru yolu kaybetme sonucuna düşmemek için münkire, kâfire, müşriğe olduğu gibi âsiye, zalime, haksıza da evet dememek, boyun eğmemek gerekmektedir. Lâyık olmayana itaat etmek, fevkalâde büyük acı ve hüsrana sebeptir. Zira böylesi bir davranış gazab-ı ilâhîye vesile olmaktadır. Şu ayet bu konuya ışık tutmaktadır:
“Firavn, milletini küçümsedi ama onlar kendisine yine de itaat ettiler. Doğrusu onlar yoldan çıkmış bir milletti. Böylece bizi öfkelendirince onlardan öc aldık, hepsini suda boğduk.”[9]
O halde meşruiyet sınırlarına dikkat ve riayet etmek, gerekmeyen yerde ve hak etmeyenlere itaat etmek gibi bir yanlışa düşmemenin ilk adımı ve ayette belirtildiği şekilde acı bir sonla karşılaşmamanın da ön şartıdır.
Yönetilenlere görev ve yükümlülük sınırlarını temel prensip olarak hatırlatmakta olan hadisimiz, aynı zamanda emir verme mevkiinde bulunanların da meşruiyet sınırına değişmez ölçü olarak dikkatlerini çekmektedir. Bize öyle gelmektedir ki hadisimiz, İslâm ümmetinin çektiği bir takım sıkıntıların gerçek sebebini de ortaya koymaktadır.
***
[1] Buhârî, Âhâd 1; Müslim, İmâre 39-40; Ebû Davud, Cihad 87; Nesaî, Bey’at 34; İbn Mâce, Cihad 40; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 94, 400, IV, 426, 427, 432, 436; V, 66, 67, 70, 325, 329.
[2] Bk. Müslim, İmâre 39-40.
[3] en-Nûr 24/51.
[4] Bk. Buhârî, Âhâd 1; Nesaî, Bey’at 34.
[5] Bk. Müslim, Nezr 8; Ebû Davud, Eyman 12, 19, 21, 22; Tirmizî, Nüzûr 1; Nesâî, Eyman, 17, 31, 41; İbn Mâce, Keffârât 16; Dârimî, Siyer 61, Nüzûr 3; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 129, 131; II, 207, 212.
[6] Bk. Müslim, Cihad 89.
[7] Ahmed b. Hanbel, Müsned, III. 213.
[8] Müslim, Cum’a 48; Ebû Davud, Nikâh 32, Salât 223, Edeb 77; Nesâî, Nikâh 40; Ahmed b. Hanbel,Müsned, IV, 256, 379.
[9] ez-Zuhruf 43/54-55.
Yeni yorum ekle