عَنْ أَسْمَاءَ بِنْتِ يَزِيدَ أَنَّهَا سَمِعَتْ رَسُولَ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم يَقُولُ « أَلاَ أُنَبِّئُكُمْ بِخِيَارِكُمْ »
. قَالُوا بَلَى يَا رَسُولَ اللَّهِ . قَالَ « خِيَارُكُمُ الَّذِينَ إِذَا رُءُوا ذُكِرَ اللَّهُ عَزَّ وَجَلّ
Esmâ Binti Yezîd radıyallahu anhâ'dan rivâyet edildiğine göre o, Rasûlulllah sallallahu aleyhi ve sellem'i şöyle buyururken işitmiştir: Hz. Peygamber;
"-Size en hayırlılarınızı bildireyim mi?" diye sordu.
- Evet, bildir Ey Allah'ın Rasûlü! dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber;
"-Sizin en hayırlılarınız, görüldükleri zaman azîz ve celîl olan Allah'ın hatırlandığı kimselerdir."[1]
Bugün dünya kamuoyunda en yanlış tanınan kesim kimlerden oluşuyor diye tarafsız ve bilimsel bir araştırma ve tespit yapılsa, ben eminim ki sonuç "İslâm ve Müslümanlar" çıkar. Zira hiç de hak etmedikleri halde en ağır suçlamalara maruz kalan Müslümanlardır. Bunun tam tersi olarak, hak ettikleri halde suçlanmayan, sinsîliğine ve hâinliğine rağmen en fazla anlayışla karşılananlar da Yahûdîlerdir. Bu çarpıklığın temelinde de kitle iletişim araçlarını istediği gibi kullanabilme hüneri ve etkinliğinin büyük payı vardır.
Böyle olunca, günümüz basın-yayın organlarının ya da medyasının dünyaya sunduğu İslâm ve Müslüman imajı'nın gerçek yönleriyle anlaşılması bakımından meseleye tarihî perspektiften, daha doğrusu, Kur'ân-ı Kerim'in konuyla ilgili değişmez gerçekleri penceresinden bakmaya büyük ölçüde ihtiyaç vardır.
Unutulmamalıdır ki Firavun ve ileri gelen adamları, Hz. Musa ve kardeşi Harun'un peygamberliğine "bizim gibi iki insan" diye karşı çıkıyorlar, ama Firavun -bir insan olduğu halde- kendisini en büyük tanrı"[2] ilan edebiliyordu.
Hz. Peygamber Allah'ın birliğini (tevhid) telkin etmeye başlayınca ona yöneltilen deli,[3] büyülenmiş,[4] şair,[5] kâhin,[6] sihirbaz,[7] peygamber değil,[8] ona bir insan öğretiyor,[9] kendisi uyduruyor,[10] kötülük sebebi[11] gibi akıl almaz ithamlar arasında biri vardı ki pek ilginçti. "Allah'a iftira ediyor" diyorlardı.[12] Müşrikler, Peygamber'i suçlayarak akıllarınca Allah'ı savunmaya kalkıyorlardı.
Dinî hiç bir kaygı taşımadıkları, hiç bir kulluk eyleminde bulunmadıkları, böyle bir niyet de taşımadıkları halde, Müslümanlara karşı dînî konularda görüş beyân eden ya da İslâm hakkında ahkâm kesen çağdaş din kaçkınları da aynı tutarsızlık çizgisinin temsilcileri değil midir? İslâm ve Müslüman imajı, bunların düşünce ve propagandalarına göre asla resmedilemez. Nitekim insanlığa doğru yolu göstermek ve rahmet olmak üzere gönderilmiş olan Sevgili Peygamberimize müşrikler tarafından yöneltilen -aslında kendilerini bile tatmin etmeyen- yukarıda bir kısmını sıraladığımız ithamlar, bu gerçeğin açık delilidir. Zira bunların hiçbiri peygamber imajıyla ilgili değildir.
Ne gariptir ki aynı insanlar ona, peygamberliğini ilan etmeden önce "Muhammedü'l-emin" diyorlardı. Peygamberliğini ilan ettikten sonra ise, o günkü müşrik Mekke toplumu ileri gelenleri ve azılı İslâm düşmanları Ebû Leheb ve Ebû Cehil gibilerine göre Hz. Peygamber, milleti bölen, birbirine düşüren biri oluvermişti. Ne pahasına olursa olsun, rahat bırakılmamalı, her türlü işkenceye tâbî tutulmalı ve hatta ortadan kaldırılmalıydı. Hicret, böylesi bir baskı ortamının sonucuydu. Geçmişte de bir çok peygamber aynı gerekçelerle, yurtlarından sürülmemişler miydi? Hatta içlerinde Hz. İbrahim gibi ateşe atılıp diri diri yakılmak istenilenler bile yok muydu?
O halde bir kez daha işaret edelim ki, böylesi ortamların propagandalarına göre bir İslâm ve Müslüman imajı ortaya konulamaz. Konulsa bile o, İslâm ve Müslüman imajı olmaz, olamaz. Çünkü imaj aslında bir bakış açısı ürünüdür. Bakıştan bakışa değişir...
Kur'an-ı Kerîm'de, özellikle doğrudan Müslümanlara hitap eden, mü'minlerin vasıflarını sayan, onları diğer din mensupları ve insanlarla karşılaştıran âyetler, gerçek Müslüman imajını belirleyen ve itirazı mümkün olmayan ilâhî beyanlardır. Ancak dünya kamu oyunun konuya bu açıdan bakmadığı bir gerçektir. Tarihte de durum maalesef genellikle aynı olagelmiştir.
İnsanlık tarihi içinde önce peygamberlerin sonra da mü'minlerin temsil ettikleri mü'min imajı, o günün toplumlarındaki güç odakları tarafından çok çeşitli ve olumsuz değerlendirmelere tâbi tutulmuştur. Meselâ bir şehir halkına gönderilen elçilerin başından geçen olaylar anlatılırken "doğrusu siz bize uğursuz geldiniz"[13] diyenlere, Musa ve onunla beraber olanları uğursuz sayanların[14] bulunduğuna dikkat çekilmiştir. Öte yandan yine Hz. Musa ve kavmi bozgunculuk yapabilecekleri[15] ithamına maruz kalmıştır. Bazen de birbirine zıt düşebilecek suçlamalarda bulunulmuştur. Mesela, beyinsizlik, yalancılık ve sapıklık[16] bu tür suçlamalardandır.
Allah elçilerini ve onlarla beraber bulunanları uğursuz saymak, bozgunculukla suçlamak, onları huzursuzluk âmili (terörist) kabul etmektir. Neticede Hz. Musa gibi bir Peygamber ve ona inanmış kişiler, Firavun ve yandaşları tarafından teröristlikle suçlanmış olmaktadırlar.
Lût aleyhisselâm ve bağlıları, “namuslu yaşamaya çalışmakla"[17] suçlanmış, Hz. Yusuf, vezirin karısının ğayr-i meşrû dâvetini reddettiği için zindana atılmıştı.[18]
"Yumuşak huylu ve çok akıllı buldukları Şuayb aleyhisselâmı kıldığı namazdan dolayı itham etmişler,[19] ilk Müslümanlar da Mekkeli müşrikler tarafından kulluk yapıp namaz kılmaktan men edilmişlerdi.[20]
Günümüzde de Müslümanların şöyle veya böyle davranmaları değil, Müslüman olmaları, İslâm'ı, güçleri ölçüsünde yaşamak istemeleri suçlanmaları için yetmektedir. Çünkü şimdilerde eyleme değil, düşünce ve inançlara bakılarak fundamentalist, köktenci veya köktendinci suçlamaları yapılmaktadır. Müslümanlara "potansiyel suçlu" gözüyle bakılmaktadır. "Dincilere devlet memuriyeti yolunu kapattığını söyleyen ve bununla sevinen yöneticiler, "devlet kadrolarındaki dincileri tasfiye" şartını ileri sürerek koalisyon ortaklığına soyunan siyasiler, imâna vize uygulamaya kalkan yönetimler, kimlerin devamı olduklarını ve neyi temsil ettiklerini bir kere daha gözden geçirmelidirler.
Dün olduğu gibi bugün de geçerli olmak üzere, gayr-i müslim mihrakların ve güç odaklarının Müslümanlara yönelik olarak ortaya koydukları tavır ve değerlendirmelerin temelinde yatan gerçek, bir âyette çok açık bir biçimde şöyle belirlenmektedir: "Dinlerine uymadıkça Yahûdîler ve Hıristiyanlar asla senden razı olmayacaklardır."[21]
Yahûdiler ve Hıristiyanlar, kendi dinlerine girmedikçe Hz. Peygamber'den ve tabiî Müslümanlardan hoşnut olmayacaklardır. Yani Müslümanlara karşı çıkmaktan vaz geçmeyeceklerdir. Onlar için Müslümanlar hiç bir şey yapmasalar dahi potansiyel tehlike olmaya devam edeceklerdir. Dinsel terör, fundamentalizm, kökten dinciler suçlamalarına haklı haksız, yerli yersiz devam edeceklerdir. Artık görüldü ki içinde üye olarak bulunduğumuz bir savunma paktı olan Nato'nun bile yeni hedefi İslâm köktendinciliğidir.
Müslümanın, Batılılara ve onların gözüyle dünyaya bakanlara şirin görünmek gibi bir zaafı olmamalıdır. Onun olgun ve has Müslüman olma sorumluluğu vardır. Kendisinden rahatsız olanlar varsa, bu onların sorunudur. Onları kendisine tahammül etmeye mecbur bırakacak değerleri ve gücü elde etmek ise, özellikle Müslüman aydınların ve Müslüman sermayenin yükümlülüğüdür.
Propaganda karşısında imaj düzeltmeye çalışmak sadece bir taktik olarak düşünülebilir. Ama asıl yapılması gereken, şeytan azabta gerek deyip düşmanın rahatsız olduğu noktada daha kaliteli daha akıllı ve daha samimi davranmaktır. Yani Müslümanlar bugün her zamankinden daha kaliteli Müslüman olmakla kendilerinden bekleneni verebilir, Müslümanın asıl imajına sahip çıkabilirler
Bunca tespitten sonra hadisimize dönecek olursak, bazı Müslümanların görüldükleri zaman Allah'ı hatırlamaya vesile olmaları, ya Allah'ı çok anmalarından veya üstün takvâ sahibi olmalarından kaynaklanır. Bulundukları hemen her yerde, bol bol Allah'ı zikir ve tesbih eden, müminlere doğru yolu gösteren, gereksiz sözler ve konularla vakit geçirmeyen olgun mü'minler, mürşidler, görüldükleri zaman bu üstün nitelikleri dolayısıyla Allah'ın hatırlanmasına vesile olurlar.
Hadîs-i şerîfte söz konusu olan "Allah'ı hatırlatan Müslüman" herhalde şu âyet–i kerime'deki sıfatlara sahip olanlardır: "Allah'a çağıran, iyi işler işleyen ve "ben Müslümanlardanım" diyenden daha güzel sözlü kim vardır?"[22]
Bu çerçevede "Allah'ı hatırlatan Müslüman"lardan olmaya çalışmak, en azından böyle olanlarla beraber olmaya gayret etmek, herhalde İslâm ve Müslüman imajı gibi meseleleri kökünden halletmek imkanı verecektir.
Allah'ı hatırlatan Müslüman ne kadar önemli ve gerekli ise, İslâm'ı ve İslâm'ın zafer ve hâkimiyetini hatırlatan mâbedler de o kadar değerli ve gereklidir. Özellikle Ayasofya gibi bir büyük fethin sembolü olan mâbedlerin değeri hiç bir şeyle kıyas edilemez. Bu sebeple de bu gibi mâbedleri suskunluğa mahkum etmenin anlaşılabilir bir gerekçesi olamaz. Tarihi cezanlandırmak ve istikbali karartmak anlamına gelen karar ve uygulamalar ancak uygulayacılarını bağlar.
Kur'ãn-ı Kerîm'in tesbitiyle "arslandan ürkmüş yaban eşekleri gibi"[23] Kur'ândan, İslâm'dan, mâbedden ve Müslümanlardan ürkenler ve onları acımasızca hedef olarak seçenler her şeyden önce kendi imajlarını yeniden gözden geçirmelidirler. Müslümanlar ise, şu âyet-i kerîme ile kendilerini teselli edip müsterih olmalıdırlar: "Onların sözleri (inkar, itham ve propagandaları) seni üzmesin!"[24]
Dünya ne derse desin Müslümanın hadefi, iyi Müslüman, kaliteli Müslüman, mümkünse en iyi ve en kaliteli Müslüman olmaktır. Hadisimiz bu hedefi, “Görüldüğü zaman Allah’ı hatırlatan Müslüman olmak” diye belirlemektedir.
Bu kutlu yarışta başarılı olmaktan daha büyük mutluluk olamaz. “Yarışacaklar işte bunun için yarışsınlar!”[25]
***
· Bu yazı hocamızın izniyle Hadislerle Gerçekler adlı eserinden alınmıştır.
[1] İbni Mâce, Zühd 4; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI,409
[12] eş–Şûrâ(42),24; en-Nahl(16),101, Sebe' (34),83. Oysa, asıl iftira ve büyük günah, Allah'a şirk koşmaktır [bk. en-Nahl(16), 48].