SAYGI ve SABIR

Temiz kalma yönteminin tabii bir uzantısı olarak dikkat çeken ve Peygamber Efendimizin, ilke ve uygulma bilikteliği ya da söylem ve eylem uyumu bakımında ortaya koyan örnek tavrını paylaşmak, "ben müslümanlardanım" ikrarının bir boyutuna daha işaret etmek olacaktır.

 

Enes Bin Mâlik radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Nebî sallallahu aleyhi ve sellem, (çocuğunun mezarı başında (bağıra-çağıra) ağlayan bir kadının yanından geçti. Ona:

 

- "Allah'a karşı saygılı ol ve sabret!" buyurdu.

 

Kadın: 

 

- Çek git işine; benim başıma gelen felaket, senin başına gelmiş değil, cevabını verdi.

 

Kadın Hz. Peygamber'i tanımamıştı. Kendisine, saygı ve sabır tavsiye edenin Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem olduğunu söylediler. Bunu duyar duymaz Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in kapısına koştu, orada kapıcılar yoktu. (Doğrudan Hz. Peygamber'e ulaştı ve özür beyan etmek üzere):

 

- Ben sizi tanıyamadım, dedi.

 

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de:

 

- "Sabır dediğin, felaketle ilk karşılaştığın anda dayanmaktır" buyurdu.[i]

 

Hadis-i şerifte sözü edilen kadının ismi tespit edilememiştir. Rivayetlerden anlaşıldığına göre bu kadın, kaybettiği çocuğuna ağlıyordu. Hem de bağıra-çağıra ağlıyordu. Bu durum, Hz. Peygamber'in, kendisini Allah'a karşı saygılı olmaya ve sabretmeye davet etmesinden anlaşılmaktadır. Burada bir şey daha anlaşılmaktadır. O da kadınlar kabir ziyaretinde bulunabilirler. Çünkü Peygamber Efendimiz, bu hanımı, kabir başına geldiği için değil, bağıra çağıra ağladığı için uyarmıştır. Bilindiği gibi Peygamber Efendimiz, çevresiyle ilgilenir, gerektiği yerde, pek nazik ve muhatabını asla rencide etmeyecek bir üslup ile ama mutlaka emir bi'l-ma'rûf nehiy ani'l-münker (irşat ve uyarı) görevini yapardı. Hadisimizde de Hz. Peygamber, "Allah'a karşı saygılı ol ve sabret!" buyurmak suretiyle emir bi'l-ma'ruf yapmış, her ne kadar dolaylı olarak o anlama gelse bile açıkça "böyle bağıra çağıra ağlama" uyarısında bulunmamıştı. Bu, uyarıyı bile irşat ve hayra çağırma üslup ve nezaketiyle yerine getirme örneğidir.

 

Zavallı kadın, o kendinden geçmiş halinde, kimin kendisine saygı ve sabır tavsiyesinde bulunduğuna dikkat etmeden;

 

"Çek git işine. Benim başıma gelen felaket, senin başına gelmiş değil” diye oldukça sert bir tepki verdi. Aksi halde Hz. Peygamber'i tanımasına rağmen, kadın olsun erkek olsun bir sahâbinin ve de bir Müslümanın “ileyke anni (git başımdan)" diye bir söz söylemesi düşünülemez.

 

Yeri gelmişken güncel bir duruma işaret etmekte de fayda vardır. Kimilerinin, Hz. Peygamber'in bazı hadisleri karşısında, 'bunu benim aklım almıyor, Peygamber de söylemiş olsa, ben bunu kabul edemem' diyebilmesinin ne kadar yakışıksız, iman gerçeğine, Peygamber algısına ve saygısına ne ölçüde aykırı düştüğü dikkatten uzak tutulmamalıdır. Böylesi bir duruma cehalet ya da tercih ettiği yöntem neticesi düşmüş olanlara, özünde haddini bilmek erdemine dayanan saygı ve sabır tavsiyesinde bulunmak kesinlikle en isabetli çağrı ve uyarı olacaktır.

 

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem kadının bu kendinden geçmiş tavrı karşısında daha fazla üstelemeyip, yoluna devam etti. Zira tavsiyesini tekrar edecek olsaydı, kadın daha ağır ve aşırı sözler söyleyebilirdi. Bu ise kadını içinde bulunduğu sakıncalı halden çok daha büyük ve tehlikeli bir duruma düşürürdü. Esasen tebliğ ve emir bi'l-ma'ruf'ta muhatabı yapılan uyarıyı kabul etmesi için zorlamak gerekmez. Çünkü tebliğin yerine gelmiş olması için muhatap tarafından kabul edilmiş olması şart değildir. Gerçeğin duyurulmuş olması yeterlidir.

 

Bugün de takip edilecek usul budur. Yapılan irşat/ çağrı veya uyarıya, "git işine, sana ne, sen karışma” gibi karşılık verenlerle tartışmaya girmemek, hele hele kavga etmeye kalkmak, doğruyu telkin ve hakkı söylemekle yetinmek gerekir.

 

Kim olduğu açıklanmayan bir (veya birkaç) sahabi, kadının bu hareketinin bilgisizlikten kaynaklandığını düşünmüş olacak ki:

 

- “Sana saygı ve sabır tavsiye edenin kim olduğunu biliyor musun?” diye sordu. Kadın bilmediğini söyleyince, onun Hz. Peygamber olduğunu haber verdi. Üzüntüden kendini kaybetmiş olan kadın, beyninden vurulmuşa döndü. Çocuğunun acısını unutup, Hz. Peygamber af dilemek için yola düştü. Bu, Peygamber algısı ve saygısı yerinde olan bir Müslüman duyarlığının tabii sonucuydu.

 

Öyle anlaşılmaktadır ki, kadıncağız, Hz. Peygamber'in kapısında birtakım nöbetçilerin bulunacağını ve kendisinin belki de Peygamber'e ulaşmaya imkân bulamayacağını düşünüyordu. Ama öyle olmadı, doğrudan Efendimizin huzuruna çıktı.

 

Bir rivayete göre kadın yemin ederek "Ben seni tanımamıştım" diye özür beyan etmiştir. Kadının özellikle sabır konusunda yeteri kadar bilgi sahibi olmadığını gören büyük eğitimci Peygamber Efendimiz, hemen oracıkta, gerçek sabrın ne demek olduğunu ona ve dolayısıyla ümmetine tarif etmiş, "Asıl sabır, felâketle ilk karşılaştığın anda dayanmaktır" buyurmuştur. Kadının kendisine karşı söylediği “çek git işine, benim başıma gelen felaket, senin başına gelmiş değil” sözü ve tepkisi üzerinde hiç durmamıştır. Zira mesele, hatanın itiraf edilmiş olması ve Müslümanların gerçeği öğrenmesiydi.

 

İnsanın zamanla her şeye alışıp katlandığı bilinmektedir. Zor olan, belâ ve musibetle ilk karşılaşıldığı anda ona dayanmaktır. İlk sadme/vuruş ânını geçiştirdikten sonra felâketin etkisi yavaş yavaş azalır. Fakat o anda boş bulunmak, Allah korusun, aklını kaçırmaktan, intihara kadar uzanan çok büyük acı ve istenmeyen sonuçlara vesile olabilir. Bu sebeple acı ve üzüntü halleriyle ilk karşılaşma anlarında metin olmak, saygılı ve sabırlı davranmak gerekmektedir.

 

Bu olaydan anlaşıldığına göre, üzüntü anları, Allah'a karşı saygılı olmayı unutup aşırı söylem ve eylemler de bulunmak açısından oldukça zorlayıcı ve tehlikeli zamanlardır. Böylesi zamanlarla karşılaşmak da dünya hayatının herkes için geçerli gerçeklerindendir. Üzüntü ve sevinç zamanları insan irade ve direncinin kırık olduğu anlardır. Bu tür zamanlarda ağızdan çıkacak bir kelime veya cümle insanın mahcubiyetine, Müslümanın imandan mahrumiyetine bile sebep olabilir. Bu sebeple de tehlike pek büyüktür.

 

Allah'a karşı saygı ve sabır, en çok ölüm olayı karşısında gereklidir. Müslümanın imandaki olgunluğu biraz da ölüm olaylarında gösterdiği sabırla ölçülür. Halkın, Özellikle de kadınların ölene ağıtlar yakarak ağlamaları, sanıldığının aksine bir hüner ve mârifet değildir. Asıl mârifet o acılı ânı, kadere rıza göstererek atlatmaktır. Böyle anlarda insanı bekleyen tehlike, hadisimizde de görüldüğü gibi, Hz. Peygamber'i ve hatta Allah Teâlâ'yı reddetmek anlamına gelecek sözler sarf edilmesidir. Zira üzüntü anında insanın direnci kırık olduğu için ağzından çıkan sözleri kontrol etmesi fevkalade güçtür. "Sabırlı mü'minler, başlarına bir felaket gelince, İnna lillah ve innâ ileyhi râci'ûn, bizim bütün varlığımız Allah'ındır ve sonunda yine O'na döneceğiz" diyerek teslimiyet gösterir ve kendilerini teselli ederler.

 

Bu olayda, irşat, tavsiye ve uyarılara her zaman teşekkürle karşılık verilmeyeceği dikkat çekmektedir. O halde nasihat ve tavsiyelere gösterilecek beklenmedik tepkilere hazır olmak ve onlara göğüs germek de tavsiye edenlere düşen bir "saygı ve sabır” işi ve görevidir.

 

 



[i] Buhari, Cenaiz 32, 43; Ahkam 11; Müslim, Cendiz 14-15. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Cenâiz 23; Tirmizi, Cenâiz 13; Nesai, Cenâiz 22.

 

Yeni yorum ekle

Image CAPTCHA
Enter the characters shown in the image.