Siyer Yazıları 7: Mağara

Yürüyüp yorgun geldiğinde mihmandar, oturup düşündüğünde hâldaş, ilk vahiyle titrediğinde sırdaş oldum.

Nûr Dağı’nın kucağında sessiz ve dilsiz bir mağara idim. O kutlu misâfirim geldi, sesim oldu; “Oku!” emriyle birlikte vahiy dilim oldu.

Göklerin ve yerin bildiğini ben de biliyordum: O, son nebi idi. Ancak bu kendisine henüz bildirilmemişti. İslâm müjdesinin gelmesine beş yıl vardı. Muhammed otuz beş yaşındaydı. Mekkeli müşriklerin sapkınlığından rahatsız oldukça bana sığınıyordu. Bir şeylerin yanlış gittiğini biliyordu. Putlara inanmıyordu. Toplumdaki adâletsizlik ve ahlâksızlık O’nu çok üzüyordu. İşte böyle zamanlarda hep bana geldi. Kendisiyle baş başa kaldı, halkın kötü gidişâtı için çözüm bulmaya çalıştı ve yaratıcısını düşündü.

Bir gün yine geldi, düşünceli ve yorgun... Rabbini zikretti. Çok sevdiği şehrini, Mekke’yi kuşatan bâtılı yok edecek olan hakkı arzuluyordu. Derken bu uzleti aydınlatan bir nûr doldu içeri. Öyle bir nûr ki on dört asır geçti, o günün aydınlığına denk düşecek bir ışık îcat edilmedi.

“Ne ola ki?” diye baktık ikimiz de. Daha önce hiç görmediğimiz bir yabancı. Haşmetli, heybetli! Duvarlarım heyecandan bir kez daha taş kesildi sanki. “Galiba vahiy meleği bu!” dedim. Demek vakit tamamdı artık.

Efendimiz de hayret içinde izledi. Kırk yaşına kadar zaman zaman sığındığı bu Hira’da, karanlık ve sessizlikten başka bir şeyle ilk defa karşılaşıyordu.

Cebrâil yaklaştı. “İkra!” dedi. “Oku!”

Hayreti daha da arttı misâfirimin. Neyi okusun? Ne yazı var, ne ferman! Dahası nasıl okusun! Ümmî idi O, okuma yazma bilmez.

“Ben okuma bilmem!” dedi. Güzel sesi kayalarıma çarptı, dağılıp toparlandı, sesim oldu.

Tekrar “İkra!” dedi Cebrâil. Vahiy meleğinin kelimesini çınladım ben de, “Oku!” dedim taştan dilimi çözerek. “İkra!” dedi Cebrâil yeniden, yeniden... Meleğin dili, dilim oldu.

Ne ile karşılaştığını anlayamayan Efendimiz, her defasında aynı cevabı verdi, “Ben okuma bilmem!”

Tâ ki vahiy meleği kollarını sıkıp O’nu sarsana kadar...

Bir anda okumaya başladı Allah Resûlü: 

“Oku! Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku, Rabbin en büyük kerem sâhibidir. O, insana kalemle yazmayı öğretti. O, insana bilmediğini öğretti.”

Ve bu son cümlelerle birlikte Cebrâil yok oldu. Gördüklerimi taş bağrıma nakşettim, duyduklarımı uğuldayıp tekrarladım. Ve şükür, şükür...

Efendimiz olayın şaşkınlığı ile koşarak çıktı. Yirmi üç yıl sürecek olan tebliğ hayâtı böylece başladı. İşte bu başlangıca ben şâhidim, ben yuva, ben sırdaş...

İnsan, yaratılmışların en şereflisidir. O’na tavsiyede bulunmak bir taş yığınının haddi değildir. Ama herhangi bir mağara değil, ilk vahyin coşkusuyla dile gelen bir mağara olarak dinlersen beni son bir sözüm olacak.

Ne mutlu sana ki ilk emri hakkıyla yerine getiriyor, okuyorsun. Belki öğrencisin, belki ev hanımı, belki emekli, belki çalışan. Bu satırları okuduğun gibi gazete okuyorsun, dergi okuyorsun, roman okuyorsun, Kur’an okuyorsun...

Ama bu yetmiyor. Okuma yazma bilmeyen bir peygambere okumayı emreden bu din, senden daha fazlasını bekliyor: ruhu okumanı, kalbi okumanı, kâinatı okumanı...

Gönlünü Kur’an’a mihmandar, Kur’an’a hâldaş, Kur’an’a sırdaş tutmanı... Ki o ilâhî kelâm içinde ruhu da kalbi de kâinatı da taşımakta.

Yeni yorum ekle

Image CAPTCHA
Enter the characters shown in the image.