Siyer Yazıları 6: Mekke

Yaratılan her şeyin bir kaderi vardır.

Şehirlerin de.

Onlar da doğar ve ölür. Üzülür ve güler. Kendilerine çizilen hayâtı yaşar.

Ben de o şehirlerden biriyim. O şehirlerin en mutlusu ve en mahcûbuyum.

Issız, sessiz, yalnız bir toprak parçasıydım. Kuş uçmayıp kervan geçmediği gibi tek bir ot dahi bitmezdi üzerimde. Kimsenin yüzüne bakmayacağı çorak bir arâziydim. Ama Hikmet-i Hudâ, insanlar akın akın bana geliyorlar şimdi. Kilometrelerce ötelerden. Zahmetli yolculuklarla. Çocuk, genç, yaşlı demeden.

Nasıl oldu bu? 

Hz. Âdem’e kadar uzanıyor geçmişim. İnsanlık târihi kadar eskiyim.

İlk peygamber, Allah’ın emri ile Kâbe’yi kondurdu üzerime.

Hacer vâlidemizin çâresiz koşturması ile bir kaynak çıktı topraklarımdan. Suyun olduğu yerde hayat da oldu. İnsanlar yurt edindi, yuva kurdu.

Baba-oğul peygamberler eski temelleri üzerinde Kâbe’yi yeniden inşâ ettiler.

Zaman böyle geçiyorken, bir gün çok büyük bir damla “Şıp!” dedi.

Bir evlâdı olacağını öğrenen Abdullah’ın sevinç gözyaşı sandım. Tekrar aynı damla, “Şıp!” Yavrusu henüz karnındayken eşini kaybeden Âmine’nin döktüğü gözyaşı sandım. Bir kez daha, “Şıp! Şıp! Şıp!” Ara ara yağmurlar yağardı topraklarıma ama bu başka türlüydü. Abdulmuttâlib’in evinden yayılan ferah bir koku ve ardından ismine Muhammed dedikleri yer ve gök tarafından övülen bebeğin doğum müjdesi. Düşen damla toprağıma yağmur değil, âlemlere rahmet olarak gönderilmiş son peygamberdi. Çöllerimde güller açtırdı bu haber. Ama dikenleriyle berâber. Hangi rahmet, zahmetsiz yaşanmış ki?

O’na çok yakındım. Babasız kalışına O’ndan önce şâhit oldum. Annesinin O’nu hüzünle bağrına nasıl bastığını ilk ben gördüm. Dedesini kaybettiğinde döktüğü gözyaşları ile topraklarım ıslandı. Cebrâil’in ilk gelişinin ardından, yaşadığı korkuyu da şaşkınlığı da ben örttüm. İslâm’ın tohumları ilk benim topraklarıma serpildi. Ama inkârcılar da benim topraklarımda boy gösterdi. Şehirlerin kaderi varsa, güllerin de var. Dikenler de onların kaderi.

O’nu bunca iyi tanımama ve sevmeme rağmen, O’na zulmedenlere “Durun!” diyemedim. Gitmesini engelleyemedim. Yazgımı değiştirmeye gücüm yetmedi elbette, boyun eğdim. Ebû Bekir’le birlikte topraklarımı terk ederken, “Allah’ım,” dedim “bir şehrin imtihânı bu kadar ağır olur mu?” O duydu sesimi, döndü bana, “Ey Mekke!” dedi, “Senden çıkarılmasaydım, vallâhi seni terk etmezdim!”

O zaman ant verdim. “Size yurt olmayacağım!” dedim inkârcılara. “Değil mi ki beni O’na yurt etmediniz?”

Sonra, şükürler olsun, fethi müjdeledi Rabbim. O, yeniden ayak bastı topraklarıma. “Bugün size korku, kınama yok,” dedi. Buram buram güven koktu her yanım. Kâbe de yeniden doğdu o gün. Putlarından arındı, yüklerinden kurtuldu. Ve gözümüzün nûru, iki rekât namaz kıldı Kâbe’de. “Artık müminlerin yurdudur burası,” dedi. Ama kendisi yeni yurduna, Medîne’ye döndü. Orada yaşamaya devam etti.

İki yıl sonra Medîne’den gelip haccetti. İhramı, tavafı, say’i, vakfeyi, hepsini öğretti. İlk ve son defa. Vedâlaştı benimle.

Kabri de bana nasip olmadı. Kendisine kucak açan Medîne’ye defnedildi. Ben de Kâbe’yi bağrımda taşımakla tesellî buldum. Dünyânın dört bir yanından gelen insanların topraklarımı ıssız ve yalnız bırakmaması ile avundum. Bu yüzden hem en mutlu hem en mahcup şehir dedim kendime.

İnsanlar da bu yüzden, “Mekke’nin havası hem çok güzel hem çok sert,” diyorlar işte. O’nunla yaşamanın sevinci ile O’ndan uzak kalmanın hırçınlığını taşıyan bir şehrin havası başka nasıl olur?

Yeni yorum ekle

Image CAPTCHA
Enter the characters shown in the image.