Yusuf iftirâya uğrayınca, gömleği delil oldu masumiyetine. Yakup ağlamaktan kör olunca, Yusuf’un gömleği açtı gözlerini. Beni de bir gömlek ihyâ etti Yusuf ile Yakup misâli. Hem sorgu meleklerine delil hem de ayrılık acıma merhem oldu son peygamber Muhammed’in gömleği.
Âmine, doyamadan toprağa verdi Abdullah’ı. Gencecikti daha, yavrusunu kucağına bile almamıştı. Kim bilir ne hayaller kuruyordu gelecek günlere dâir. Ama yazgı böyle imiş, razı oldu. Karnındaki bebeğiyle tesellî buldu.
Yaşanacak bir sürü anının ve büyütecek bir sürü yavrunun yerine oğlu Muhammed’i koydu, bastı bağrına. Ama ne acı ki onunla da çok vakit geçiremedi. Bu kez geride kalan değil, geride bırakan oldu Âmine. Gözünün nûru Muhammed’le altı yaşındayken ayrıldı yolları.
Hem amcam hem kayınpederim olan Abdulmuttâlib, torununu himaye etti. Onu çok sevdi ve hep korudu. Ama iki sene sonra onun da ayrıldı yolu Muhammed’le. Ve bizim yollarımız kesişti ondan sonra. Muhammed, artık amcası Ebû Tâlib’in hânesinde büyüyecekti. Ben de ona yenge değil anne olacaktım...
Sekiz yaşında bir çocuk nasıl olur? Sekiz çocuk büyütmüş bir anne olarak söyleyeyim, Muhammed onların hepsinden farklıydı. Başka bir havası vardı. Güzelliği bambaşkaydı, edebi bambaşka,olgunluğu, vakarı bambaşka. Bir gün bile yük hissetmedim O’nu omzumda. Misâfirim değil, evlâdımdı. Öyle bir merhamet yükseliyordu ki içimden O’na karşı... Kendi çocuklarımdan evvel O’nu doyurmak, O’nu gözetmek, O’nunla ilgilenmek istiyordum. Bu hislerimin sebebi Muhammed’in mahzun bir çocuk olması değildi. Aksine, yaşadığı büyük acılara rağmen O hep olgun, dirâyetli, azimliydi. Çocukken bile. Daha on yaşlarındayken koyun çobanlığı yapmış, on iki yaşlarındayken de Ebû Tâlib ile berâber ticâret kervanlarına katılmıştı. Bize yük olmak şöyle dursun, üstüne bir de faydası dokunuyordu.
Amcasını da beni de çok severdi. Vefâsını nasıl anlatmalı? Annemden sonra annem demişti benim için. O da evlâtlarımdan önce evlâdımdı benim. Öyle severdim, öyle bağlıydım O’na.
Büyüdü, ahlâkı dillere destan bir delikanlı oldu. Ve yine ahlâkıyla, iffetiyle nam salmış olan Hatice ile kurdu yuvasını.
Kendi yuvasına gitti ama bizi unutmadı hiç. Her zaman ziyâretimize geldi, hatırımızı sordu, gönlümüzü hoş etti. Geçim sıkıntısı yaşadığımız zamanlarda Ali’min bakımını üstlendi. O’nu kendi hânesinden biri yaptı. Vefâ demiştim ya, işte öyle bir vefâ...
Kırk yaşına geldi Muhammed ve vahiy aldığını îlân etti Mekke’ye. Son peygamber olduğunu söyledi. Dürüstlüğünden zerrece şüphe etmememe rağmen, hemen kabul edemedim söylediklerini. Hatta bir gün oğlum Ali’nin Muhammed ile berâber namaz kıldığını duyunca çok telâş ettim. Mekke’nin tüm ileri gelenleri düşmandı Muhammed’e ve anlattıklarına. Hâl böyleyken Ali ile birlikte yaptıkları o ibâdetin kendilerine zarar vereceğini düşündüm. Ama Ebû Tâlib’le konuşunca endişemden sıyrıldım. “Ali O’nun amcasının oğlu değil mi, destek olmak da en çok onun görevidir,” dedi bana. Hem Muhammed el-emîndi. Yaptıklarında yanlış ne olabilirdi. Böylelikle yatıştı içim. Ama yine de bir şey, bir şeyler tuttu beni. Kureyş’in tepkisi mi, Ebû Tâlib’in îman etmemesi mi bilmiyorum. “Âmentü” demem, Ebû Tâlib’in vefâtını buldu.
Ah Ebû Tâlib! Hayat arkadaşım, yoldaşım, eşim Ebû Tâlib... Keşke o da müslüman olsaydı. Yeğeni Muhammed’i ve müslümanları korumaya adadığı ömrünü, şehâdet getirerek sonlandırsaydı.Mekke’yi karşısına alarak inananlara destek olmuştu hep. Ama Kureyş’in kendisine, korkup da îman etti demesinden çekindiği için açıkça dile getirmedi hiç kalbindekileri. Son anlarında geldi Muhammed yanına, çok dil döktü başucunda, “Haydi amca,” dedi. Ama Ebû Tâlib bizi îman ettiğine şâhit tutmayarak verdi son nefesini. Belki kalbiyle söyledi, belki hiç kalbinden geçirmedi. Onu yalnız Rabbimiz bilir. Dilerim ki âkıbeti hayırdır.
Ebû Tâlib’in vefâtından hemen sonra ve hicretten iki yıl önce îmanla şereflendim hamd olsun. Allah’ın âyetleri O’nun sesiyle gönlüme değince açıldı gözlerim. Ben de körlükten kurtulanlardan oldum. Medîne’ye ilk hicret eden kadınlar arasında yer aldım. Peygamber kızı Fâtıma gelinim oldu ve Ali’m ile berâber aynı evde yaşamaya başladık. Medîne’deki evimde de beni hep ziyâret etti oğlum Muhammed. Kimi günler öğle uykusunu evimizde uyudu.
Son nefesimi verene kadar hep ihtiram gösterdi bana, annesiymişim gibi. Hiçbir şey yapmasa da annemden sonra annem demesi yeterdi ya. Ali gibi bir yiğidin, Cafer gibi bir şehidin annesiydim. Ama peygamber annesi olmak, hangi şükre denktir... Dünya hayâtımdaki en büyük gururu, mutluluğu yaşattı bana Muhammed. Ve yeryüzündeki son durağımı da kendi elleriyle hazırladı.
Bağrıma basarak büyüttüğüm oğlum, mübârek gömleğine sararak kefenledi beni. İşte o gömlek, Yusuf’tan Yakup’a müjde getiren gömlek gibi geldi bana. Toprağın karanlık gözlerini aydınlatan bir nûr, beni cennetin kokusuyla saran bir örtü... Ve Münker ile Nekir’in sorgusunda îmânımın kanıtı... Bundan güzel baht mı olur?
Yeni yorum ekle