Saadet asrının beyaz güverciniydi iman… İnananların gönüllerinden özgürlük âlemine kanat çırpardı. Ona sahip olanlar kutlu insanlardı… Felaha erenlerdi…
Yüreği katı, merhameti az insanlar da vardı… Mutluluğun adresini şaşırmış gönülleri; hiddetin, nefretin ateşinde alev alev yanıyordu… İçlerinden birinin inkârı öyle şiddetliydi ki yangınının kızıllığı yanaklarına dahi aksediyor ve insanlar nazarında “ateşin babası” diye anılıyordu… Allah (cc) onu insanlığa ibret olarak sunuyordu: Tebbet Suresi nazil oluyor ve Ebû Leheb’in cehennemdeki yeri kendisine daha dünyada iken haber veriliyordu.
Ebû Leheb, Peygamber Efendimizin (sas) öz amcası idi. Araplar arasındaki kabilecilik bağları gereği, O’nu (sas) koruyup gözetmesi ve herkesten önce kendisine inanması gerekmekte idi. Ancak Ebû Leheb, İslam’ın en büyük düşmanlarından birisi olmakla da yetinmedi, öz yeğenine yaptığı düşmanlıklarla Arap ananelerini de çiğnedi. O ve onun yapısında olan diğer müşrikler, acaba niçin inkârda bu denli ısrarcı olmuşlardı? Onların düşmanlıklarının sebebi ne idi?
Mal, evlat, şan, şeref gibi kazanımlar insanın ahiretini kurtaracak hakikatler değildir. Belki sadece imtihanın bir vesilesidir.
Ebû Leheb, malının ve evladının fazlalığına çok güvenirdi. “Eğer Muhammed’in dediği doğru çıkar da tekrar diriltilirsek ben mallarımı ve oğullarımı rehin vererek sizleri kurtarırım.” derdi. Ancak bunların hiçbir faydasının kendisine erişemeyeceği, doğru bir şekilde değerlendirilmeyen mal ve kazancın, azaptan kurtarıcı bir etkisinin olmadığı, hakkında inen ayetlerde açıkça ortaya konmuştur. (Ne malı ne de kazandığı onu kurtaramadı. Tebbet 111/ 2)
Dünya hayatındaki zenginliğin, ahirette insana sağlayacağı hiçbir üstünlük yoktur. Önemli olan zenginliği imtihanın bir çeşidi olarak telakki edip onu olması gereken yerde değerlendirebilmektir. Müşriklerin inkâr sebeplerinden birisi, dünyada sahip oldukları güçlerin ahirette onları kurtarmaya kâfi geleceğine olan inançları idi. Ebû Leheb de bunun bir örneğidir.
Allah’ım! Dünyanın serveti, evlatlarımızın sevgisi, insanların teveccühü karşısında nefsimizin bizi esir almasına izin verme… İdrakimizi ve gönlümüzü hakikate kapatma… Âmin…
İnsanlar bir tarağın dişleri gibi eşittir. Hiç kimsenin başkası üzerinde -Allah korkusu hariç- bir üstünlüğü yoktur. (Keşfu’l-Hafa, 2846.)
Ebû Leheb bir gün Peygamber Efendimize (sas) “Müslüman olursam bana ne verilecek?” diye sormuştu. Hz. Peygamber de: “Müslümanlara ne verilirse sana da o verilir.” deyince Ebû Leheb : “Benim onlardan bir üstünlüğüm yok mu?” dedi. Efendimiz (sas) ne ile üstün tutulacaksın, buyurdu. O zaman Ebû Leheb : “Benimle şunları bir tutan dine yuh olsun!” demişti.
Kureyş’in ileri gelenleri; kendileri için üstün bir hak tanımayan, herkesi bir tarağın dişleri gibi eşit tutan ve üstünlüğü ancak Allah (cc) katında takva (Allah´ın emirlerini yerine getirmemekten sakınmaktır.) ile kabul eden bir dini benimseyemiyor; içlerine sindiremiyorlardı. Onlar kendilerine ayrıcalıklı bir ortam sunulmasını istiyorlardı. Bunun için Efendimize (sas) gelerek “Size uymak istiyoruz ancak yoksullarla beraber aynı mecliste oturmak istemiyoruz. Bunun için bize yoksulların katılmayacağı bir meclis tahsis ediniz.” teklifinde bulunmuşlardı.
Allah (cc) fakir, zayıf kimselere iman nimetini lütfederek mevki ve zenginlikleri ile nefislerine yenilmiş mağrur kimseleri bu şekilde imtihana tabi tutmuştur. Bu durum farklı şekillerle de olsa her dönemde yaşanagelmiştir. İnsan yanlışa düştüğünde imtihanın farkına varmalı ve tövbe ederek Allah’ın sonsuz rahmetine sığınmalıdır.
“Onların bir kısmını diğer kısmı ile imtihan ettik. Şunları mı Allah aramızdan lütuf ve nimetine layık gördü, desinler diye fitneye düşürdük; birbirleriyle denedik.” (En’âm 6/53)
Allah’ım, bizi takva ile süsle… Bu sayede bize katından asalet ve şeref nasip eyle… Âmin…
Korku, endişe ve vesvese ile kapkara kesilmiş gönüllere iman nuru sızamıyordu…
Kureyşlilerin, iman etmeleri hâlindeki en büyük korkuları memleketlerinden çıkarılmalarıydı. “Onlar, ‘Eğer biz doğru yola uyar, seninle beraber olursak memleketimizden çıkarılırız.’ dediler.” (Kasas 28/57 ) Onlar, Kâbe’nin muhafızı ve bakıcısı oldukları için büyük bir değer kazanmış, diğer Arap kabilelerinin dinî liderleri olmuşlardı. Bu durum onlara sayısız avantaj ve üstünlük kazandırıyordu. İslam’a girerlerse sahip oldukları bütün bu ayrıcalıkları kaybedeceklerini düşünüyorlardı.
Ekonomik ve sosyal çıkarlarının zedelenmesini de kaçınılmaz görüyorlardı. Müslüman olurlarsa her şey tersine dönebilirdi. Zira Kâbe putlarla dolu idi. Her yıl pek çok insan burayı ziyaret etmeye geliyordu. Bu durum sayesinde Kureyş büyük bir gelir elde ediyor ve günden güne durumunu güçlendiriyordu. İslam’a girmek, sahip olunan tüm imtiyazlardan, üstünlüklerden, liderlikten, itibardan vazgeçmek demekti. Diğer kabilelerle ticarî kafilelerin emniyeti için yapılan antlaşmalar bozulacaktı. Sahip oldukları bütün nüfuz ellerinden alınabilir, kendi yurtlarını terk etmeye zorlanabilirlerdi.
Bu yersiz korkular Kureyşlileri oldukça meşgul ediyordu. Oysaki Efendimiz (sas) “Bakın ey Kureyşliler! Size sunmakta olduğum kelimeyi okur ve davetimi kabul ederseniz dünyalar sizin olacaktır. Arap ile Acem, Doğu ile Batı hepsi sizin olacaktır.” diyordu. Ancak onlar sahip oldukları serveti, şöhreti, şerefi kaybetmekten çok korkuyorlardı.
Onların endişelerine Kur’an-ı Kerim’de en güzel şekilde cevap veriliyordu:
“Biz onları, tarafımızdan rızık olarak, her şeyin mahsullerinin toplanacağı emin bir haremde yerleştirmedik mi? Lakin onların çoğu bilmezler.”(Kasas 28/57)
Allah’ın onları “Harem ehli” yapması sebebiyle bu verimsiz ve çorak araziye para su gibi akıyordu. Bu Allah’ın onlara bir lütfu idi. Ancak içlerinde besleyip büyüttükleri korku, düşünüp hakikati idrak etmelerine engel oluyordu.
Allah’ım, sahip olduğumuz her şeyin katından bir lütuf olduğu bilincini bizden alma… Ve bizi verdiğin nimetlere çokça şükreden kullarından eyle… Âmin…
…
Rabbimiz, inkârda direnen Mekke müşriklerinin karşısında nasıl bir tavır göstereceğine dair Rasûlü’ne yol gösteriyordu:
“Sabah akşam rızasını isteyerek Rablerine yalvaranlarla beraber candan sabret. Sen dünya hayatının süsünü isteyerek onlardan gözlerini ayırma. Kalbini bizi anmaktan gafil kıldığımız nefsinin kötü arzusuna uymuş ve işi hep aşırılık olan kimseye uyma.”(Kehf 18/28)
Bizim hayatımız da bu ilâhî nur ile aydınlanmalıdır. Hayatın bizzat içinde yaşayıp ona kendimizi kaptırmamaya çalışırken, nefis tuzaklarının kenarında dolaşıp ona düşmemeye gayret ederken en büyük gücü ve başarıyı Rabbimizin ve Rasûlü’nün çizdiği yolda bulacağımız şüphesizdir.
Allah’ım, imanımızı her dem taptaze yaşayıp hissedebilmeyi bize nasip eyle… Onu kurtuluşumuz için güvencemiz eyle… Âmin…
Yorumlar
din
cemre solmaz tarafından Per, 01/05/2023 - 20:18 tarihinde gönderildiYeni yorum ekle