Hasret Kalbe, Özlem dile düşer; Adı Mekke olur

 

Doğup büyüdüğümüz yerler, üzerinde dolaşıp gezdiğimiz topraklar,  gölgesinde dinlendiğimiz ağaçlar, derdi ile dertlenip neşesi ile güldüğümüz sokaklar… Dilimize takılan türkü hep aynıdır: “Bizim eller ne güzel eller…” İnsan nerede ve hangi şartlar içerisinde olursa olsun vatanına,  yoğrulduğu toprağına pek derin bir bağ ile bağlıdır. Bu duyguyu, mukaddeslerinden birisi olarak “vazgeçilmezler sandığında” saklar…

Gurbet acıdır… Bilhassa; hatıraların biriktiği topraklar, Mekke gibi kutsal bir mekân ise; vatandan ayrı kalmanın sancısı da o denli şiddetlidir. 

Hicretten sonra idi… Muhacir; yurdu, evi, vatanı olan Mekke’yi çok gerilerde bırakmıştı. Gönüller burkuluyor, oylum oylum oyulan sinelerdeki keder büyüdükçe büyüyordu.  Kimi zaman akıl baştan gidiyor, sılanın hasreti ile ciğerler dağlanıyordu…  Bu acı başkaydı, bu acı büyük… Sonsuz keder, hayatın sesini dahi silmiş, işitilmez etmişti… Mekke’den uzakta alınan her bir nefes yarım, eksik…  Medine soluksuz yaşayanların şehri… Özlemlerin prangasında yeniden başlamanın telaşı… Muhacir, içindeki sıla hasretinin sesini bastırmak istercesine gür bir seda ile yöneliyordu Rabbine:  “Ey Allah’ım!  Bir ben geldim emrine uyarak… Bir ben… Her şeyimi, tüm varlığımı ve Mekke’mi geride bırakarak…”

İbrahim peygamberin(a.s) duasıdır Mekke…  “Ve İbrahim: “Ey Rabbim” diye yalvardı. “Burayı emin bir bölge yap ve halkından Allah’a ve Ahiret Günü’ne iman edenlere bereketli rızıklar bağışla…” (Bakara 126)

Mekke; Allah tarafından güvenli ve emin kılınmış kutsal bir şehirdir. “Çevrelerinde insanlar kapılıp götürülürken (öldürülürken ya da esir edilirken), bizim (Mekke’yi) güven içinde kudsî bir yer yaptığımızı görmediler mi? Hala batıla inanıp Allah’ın nimetine nankörlük mü ediyorlar?”  (Ankebut 67)

Mekke, şehirlerin anasıdır. İnsanlığın ilk merkezidir. Bu varoluş hikâyesinin son halkası olan ve bu davayı tamamlayarak mühürleyen Rasûl-i Zîşan’ın davetinin de merkezidir. Tâ Hz. Âdem’den Efendimize kadar uzanan bu seyirde mekânların en şereflisi olan Kâbe ile yücelmiş, nurlanmış, eşsiz bir şehir olmuştur. Kâbe, tüm insanlık için bereket kaynağıdır, evrensel bir yol göstericidir. Bu sebeple Mekke, hürmetle yaklaşılması, saygıyla tanınması vacip olan mübarek bir şehirdir.

Makam-ı İbrahim, tevhit akidesinin sembolüdür. İnsanlığa bu kutsi sorumluluğu hatırlatmakta ve âdeta herkesi kendisine davet ederek bu ilahi gerçeği haykırmaktadır… Mekke, bu çekime kapılan kutluların akın akın koştukları beldedir…  Dünya üzerinde insanların toplaşıp birleştikleri tek mekândır…  Mekke, dünyanın da gönüllerin de merkezidir… İnsanı günahlarından arındırarak nur yağmurlarında yıkayan rahmet mekânıdır…

Mekke, cehaletin karanlığından İslam’ın aydınlığına geçişin hikâyesidir. Bu şehrin kumları; türlü işkenceler altında eziyet çeken Hz. Bilallerin akıttığı terler ile parıldar. Göğü; “ ehad” nidası ile inleyen sahabilerin ses haleleri ile aydınlanır. Hüznünü, Efendimizin “tozuna kurban mübarek ayaklarının” yollarına serpilen dikenleri ezişinde bulur... Gizemini, Hz. Ömer’in Kâbe’nin perdesinin ardından Hakka Suresi’nin ayetlerini dinlemesinden alır… Mutluluğunu, fetholunduğu günde bulur… Mekke, Hz. Ebu Bekr’in dost ve yaren oluşu gibi sıcak ve samimidir… İman ve inkâr gibi tüm zıtlar bu coğrafyaya âdeta şifrelenmiştir… Musab (r.a) gibi yiğitlerin, Ali (r.a) gibi genç ama ihtişamlı gönüllerin vatanı olmuştur Mekke…  

Taşı toprağı gül kokan bu şehre nasıl özlem duyulmaz, nasıl hasret çekilmez!

En Sevgili de seviyordu “şehirlerin anasını”… İbn Abbas (r.a) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s) Mekke’ye hitaben şöyle buyurdular: Sen ne hoş beldesin. Seni ne kadar seviyorum! Eğer kavmim beni buradan çıkmaya mecbur etmeseydi, senden başka bir yerde ikamet etmezdim.” (Tirmizi, Menakıb (3922))

Allah Rasûlü Mekke’den ayrılırken ona tekrar bakmış “Vallahi! Sen Allah’ın en hayırlı beldesi, Allah’a en sevgili topraksın. Eğer senden ayrılmak zorunda bırakılmasaydım, ayrılmazdım.” (Sünen-i Tirmizi, Menâkıb (5/722)) diyerek sevgisini ifade etmişti.

Efendimiz (s.a.s) ile birlikte ashab-ı güzîn de Mekke’yi özlemle hatırlıyor, vatanlarının hasreti ile kederleniyorlardı.

Medine’ye hicret eden Müslümanlar için ilk zamanlar zorluklarla doluydu. Henüz Medine’nin havasına alışamamışlardı ki; bir de hastalık baş göstermiş, veba salgını ortaya çıkmıştı. Hz. Ebu Bekir, Amir b. Füheyre ve Bilal-i Habeşî de (r.anhüm)  hastalananlar arasında idi. Onlar bir arada kalarak, hastalığın sıkıntılarını paylaşmışlardı. Kendilerinden geçip ateşin etkisi ile sayıkladıkları bir sırada Aişe Validemiz, sıra ile yanlarına uğramış hem babasından hem de Amir’den memleketleri Mekke’ye dair özlem dolu sözler işitmişti. Vatan hasretinin benliklerini ne denli sardığını, bilinçlerini yitirmelerine rağmen sarf ettikleri sözler ortaya koyuyordu. Bu beldeyi bir kez daha göremeden ölmekten korkuyorlardı. Hz. Bilal’in (r.a) mısraları içleri acıtıyor, yakıp kavuran bu özlemin büyüklüğü ortaya dökülüyordu:

“İzhir otları, sümbüller çevremi kuşatırken,

Ah! Yine o vadide bir gece uyuyabilecek miyim?

Gün gelip Mecenne suyundan içip,

Yine Şâme ve Tafîl’i görebilecek miyim?” (El-Bidâye ve’n-Nihâye(3/220)

 Bu acıyı ancak Mekke’nin o hoş nesiminde hissedilen izhir otlarının mis kokuları ile Mecenne suyunun serinliği giderebilirdi. Gönüllere Şâme ve Tafil tepelerinden seyredilecek Mekke manzaraları şifa olabilirdi. Ama onlar evlerini yurtlarını gerilerde bırakmış, doğup büyüdükleri topraklara veda etmişlerdi.  Bu hasretin acısı en pehlivan sineleri bile inletmeye kâfi idi.

Ashabının bu durumuna çok üzülen Peygamber Efendimiz (s.a.s)  onların bu zorlu günleri atlatması ve sılanın yakıcı hasretinin biraz olsun dinmesi için Mevla’ya mübarek ellerini açıyor ve dua ediyordu: “ Ya Rab! Bizlere Mekke’yi sevdirdiğin gibi Medine’yi de sevdir. Allah’ım! Onun havasını sıhhatli kıl… Onun hummasını al, Cuhfe’ye koy.” ( Buhâri, Fezailu’l-Medine 11, Menâkıbu’l-Ensâr 46)

Rasûlullah’ın bu duası üzerine veba hastalığı Medine’den uzaklaşmıştı. Artık muhacirler için Medine ikinci bir yurt olmuş, Efendimizin duaları ile her geçen gün daha fazla değer kazanmıştı. ”Allah’ım! Mekke’ye verdiğin bereketi iki katıyla Medine’ye de ver.” (Buhari, Kefaret 5; Müslim, Hacc 465 (1368))

Mekke vatandır. Kalplerin huzura erdiği yegâne beldedir. Ashabı Kiram için bu duygu hep canlı kalmıştır. Oradaki akrabalar, tanıdıklar hep önemli olmuş ve hayırla yâd edilmiştir. Ancak onlar, İslam’ın hakikatleri sayesinde, vatanlarına ve kavimlerine olan sevgi ve bağlılıklarını İslam’ın hoş görmediği ırkçılık ya da kavmiyetçilik boyutuna asla taşımamışlardır. “Allah sizlerdeki cahiliye kibrini, babalarla övünme hastalığını gidermiş, temizlemiştir. Bir insan ya Allah’a bağlı mümin, ya isyan eden facirdir. İnsanlar Âdem’in soyundandır. Âdem de topraktan yaratılmıştır.” (Sünen-i Ebu Dâvud, Edeb (5/339-340) Bu esas çerçevesinde Medine’ye ve Medineli kardeşlerine gönülleri ile sarılıp kenetlenen Ashabı Kiram, nefiste tabî bir şekilde yer alan sıla ve vatan hasretini yaşıyor ancak nefsî arzularının Allah’ın rızasının önüne geçmesine asla müsaade etmiyorlardı.

“Ey İnsanlar! Rabbiniz bir, babanız birdir. Dikkat edin! Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın Arap’a, beyazın siyaha, siyahın beyaza üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir.” (Müsned-i Ahmed, 5/411) fermanı ile hareket eden bu yüce insanlar, gönüllerindeki sevginin büyüklüğüne hasretin yakıcılığına rağmen bu kutsi davanın neferi olmaktan hiç vazgeçmemişlerdir.

Mekke, özlemi ile yakıp kavururken; Medine, tatlı nesimi ile derin yaralara deva olmuştur. Mekke, fethinin ardından gönüllere huzur sunarken; Medine kucakladığı Rasûlünü -bağrında açan gül misali- her türlü hüzünden korumayı borç bilmiştir.

Hasret kalbe, özlem dile düşer; adı Mekke olur… “Vatan” diyerek inleyen gönüllere cemre düşer, adı Medine olur…  Mekke’den Medine’ye yola çıkanın sevdasına melekler hayran olur…  Rabbin rızasına hicret edenin adı muhacir olur…

 

 

 

Yazar: 

Yeni yorum ekle

Image CAPTCHA
Enter the characters shown in the image.