Yeni yorum ekle

Siyer Yazıları 9: Tâif

Hayal kurmak, insanlara özgü değildir. Her varlığın düşlediği bâzı şeyler vardır.

Meselâ bir güvercin, dünyâdaki tüm savaşları bitirmek için göğe salınmayı düşleyebilir. Gül, tüm insanlığın sevgilisi olan birine armağan edilmeyi kurgulayabilir. Taş, dünya üzerindeki son suçluya atılmayı ve tüm günahları unutturmayı isteyebilir. Ve bir şehir, isminin târih boyunca kahraman olarak anılmasını hayal edebilir.

Ben bu hayâli kuran ve dünyânın en büyük hayal kırıklığını yaşayan, ama sonra bunu unutturacak bir pâye lütfedilen şehir: Tâif’im.

Serin bir havam ve verimli topraklarım olduğu için Mekke’de yaşayanların birçoğu yazlarını bende geçirirdi. Bu yüzden aramızda sıkı bir bağ oluştu. Hem komşu, hem dost, hem akrabâydık. Tüm bu yakınlıklar sebebiyle de topraklarımızda olan biten şeyleri çabuk haber alırdık.

Haşimoğullarından Muhammed’in putları inkâr ettiğini ve halkı İslâm’a dâvet ettiğini de en çabuk haber alan ben oldum. Tabii halkının tepkisini de. Ama ben ümitliydim. Muhammed topraklarıma gelse, halkım O’nu başka türlü karşılar ve sözlerine kıymet verir diye düşünüyordum. En azından aralarındaki akrabâlık bağı hatırına O’nu dinleyip İslâm’ı tanımaya çalışırlar diyordum. Böylece müslümanlar sığınacakları bir yer edinir ve topraklarımda ibâdetlerini korkmadan yaparlar hayâli kuruyordum. Yâni kahramanlık hayâli... Ama olmadı.

Nasıl anlatayım... Hikâyemin en zor kısmı burası. Hayırsız bir evlâdın mahcûbiyetini taşıyan anne babalar gibi kızarıyorum o günü her hatırladığımda.

Dâvetin onuncu yılıydı. Son peygamber evlâtlığı Zeyd ile berâber topraklarımı şereflendirdi. Yalnızca gelişi bile, başlı başına bir dâvetti. Çünkü adımları toprağımı incitmekten çekinircesine öyle hafif... Mübârek yüzü başka bir âlemin güneşiyle aydınlanmış gibi öyle nûrlu... Karşısındakine hemen bulaşıveren gülüşü öyle sihirli... O’nu sadece görmek bile yeterdi İslâm’a teslim olmaya.

Ama katılaşmış kalplere yetmedi. Tam on gün boyunca anlattı Efendimiz, ne acı ki dinleyenlerin hiçbiri İslâm’ı kabul etmedi. O hâlde ziyâretinin gizli kalmasını, Mekkeli müşriklerin bunu duymamasını rica etti. Ama bunu da kabul etmediler. Üstelik ellerinde taşlar, dillerinde alay sözleri ile kovdular.

O an yer yarılmak istedi. Topraklarım ikiye ayrılıp o nasipsiz insanları içine almak istedi. Öyle hiddetlendim ve üzüldüm ki... Allah’tan bir emir bekledim Sakif kabîlesini yok etmek için. Ama haber aldım ki Peygamber Efendimiz istememiş. Cebrâil, Mekke’ye girmesini engelleyen müşriklerin üzerine dağları devirmeyi teklif etmiş. Ama O, “Böyle bir şey istemem. Yalnızca onların soyundan îman eden bir neslin gelmesini isterim,” demiş.

Düşmanına bile bedduâ etmeyen Rahmet Peygamberi’nin taşlandığı şehir olmak! Ne utanç!

Keşke Resûlullah’a yardımım dokunabilse, elimden bir şey gelse diye yalvarırken duydum Addas’ın Eşhedüsünü. Efendimiz ve Zeyd’in dönüş yolunda soluklandığı bağın kölesi Addas, müslüman olmuş. Bu biraz olsun kurtardı beni o mahcûbiyetten.

Aradan on sene geçti, tekrar geldi Allah Resûlü. Halkım direnmeye devam etti. Ama O yine bedduâ değil duâ etti, “Ya Rab onlara doğru yolu göster, onları bize gönder!”

Üzerinden bir sene geçmemişti ki hak olanı kabul etti halkım. O’na kendi ayaklarıyla gidip İslâm’ı seçtiklerini haber verdi.

Ben, kahraman bir şehir olamadım. Çok büyük bir utançla yıkıldı hayallerim, O’na atılan her taşla... Ama halkımın kendi rızâsıyla, savaşsız bir kabullenişle müslüman olma pâyesi; bir ömür yeter bana...

Image CAPTCHA
Enter the characters shown in the image.