Her hicri yılbaşı her ulvi addedilen anlar gibi niyazlarla süslenir,1435′ün ilk günü gibi…
Ve smsler yağar, emailler uçuşur temenniler taşıyan,
bir türlü nâil olamadığımız temenniler bunlar.
Şimdi biraz geçmişe gidelim…
Yalanın ağızlardan düşürülmediği, kız çocuklarının daha anne, baba bile diyemeden diri diri toprağa gömüldüğü, güvensizliğin ve adaletsizliğin en üst seviyeye ulaştığı bir zaman dilimi…
Kaybetmek hep zordur; acı verir insana! Bir daha ulaşamama korkusudur bizdeki! Ailemiz, akrabalarımız, arkadaşlarımız ve nice sevdiklerimize ölümü yakıştıramazken, O’na (sas) o kadar yakın olanların kaybetme acısını, onlar gibi yaşayamadık, yaşatamadık…
‘’Dünyada bir garip veya yolcu ol.’’ (Hadis-i Şerif)
Sahip olduğumuz her şey bir gün kaybedeceğimiz şeylerden sadece biri. Elimizde dediğimiz, bu benim dediğimiz her şey aslında bizim değil. Biz hiçbir şeyin gerçek sahibi değiliz. Sadece emanetçiyiz.
Çocuk Gibi…. Horoz şekerimin yere düşmesiyle, Oturup ağlasam bir kaldırımın üstünde…
Şarkı söylesem o, ilk öğrendiğim, Mini mini bir kuşu… Koşsam sokağımızda, Kedileri kovalasam delice.
Hayatın; Hep oyun oynamaktan ibaret olduğunu bilmekle kalsam çocuk olsam…
“O zamanlar geride kaldı artık” diye büyüdük. Büyüdük büyüdük ama bir türlü hakikatlere ulaşamadık nedense. Hayatta harcamayı öğrendik, çok harcamak için gece gündüz çalıştık“kalbimize zaman ayırmaya” zamanımız kalmamıştı.
Beyaz bir kâğıt parçasının üzerini siyahlar ile kaplasak da o yine özünde beyaz ve parlaktır. Evet, belki de siyahın altındaki beyazı görmek imkânsızdır.