Altı Medinelinin Akabe mevkiinde Peygamber Efendimiz (sas) ile buluşup Müslüman olmalarını Medine’nin İlk Müslümanları başlığı altında vermiştik. Bu bir avuç seçkin insan, Medine’de çok ciddi faaliyetler yapmışlar, biz onlarıEs’ad ve Arkadaşları başlığı altında incelemiştik. Bir yıl sonra 12 Müslüman’ın, yine Akabe mevkiinde Peygamber Efendimiz (sas) ile buluşup biat etmelerini de Birinci Akabe Biatı adıyla yazmıştık[1]…
İşte bu seçkin ve çok özel insanlar, Akabe Biatı ile beraber Allah ve Rasûlü’nü ve O’nun Yüce Allah’tan getirdiği mesajı akıllarına, gönüllerine alarak ciddi bir şekilde harmanlamışlardı. Peygamber Efendimiz (sas) ile yeterince görüşüp, O’ndan almaları ve öğrenmeleri gereken şeyleri alıp öğrendiler. Bu arada Mekke’deki işlerini de halletmeye çalıştılar. Mekke’de işleri bitince, gönüllerini Rasûlullah’ta bırakarak, ya da Rasûlullah’ı gönüllerine alarak Medine’ye döndüler[2].
Medine’ye döner dönmez, büyük bir aşk ve şevkle çalışmalara başladılar.
Medine’nin bu seçkin ve ilk Müslümanları çalışmalarını yaparken, bir yandan da onları derinden düşündüren bir husus vardı. Rasûlullah aleyhisselâm ile birlikte oldukları süre içinde, İslâm adına bazı hükümleri öğrenmişlerdi. Fakat bu inanç sistemi, ihtiyaç ortaya çıktıkça her gün yeni bir mesajla gelen bir dindi. Yani bu kadar malumat yetmiyordu. İslâm, müntesiplerinden sürekli yenilenme istiyordu. Yetişmiş eleman istiyordu yani.
Bunlara ilave olarak, Evs ve Hazrec’in, hâlihazırda aralarındaki nifak sürüyordu. Henüz ittifak tam olarak tesis edilebilmiş değildi. Bundan dolayı kendi aralarından birisinin çıkıp da öncülük ve imamlık yapmasını, diğerleri kabullenmekte zorlanabilirlerdi. Hatta bu konu bile, kendi aralarında yeni bir problem zemini oluşturabilirdi. Yine yukarıda değinildiği gibi, Rasûlullah aleyhisselâm ile birlikte oldukları sınırlı günlerde, o güne kadar gelen bütün âyetlerden haberdar olamamışlardı. Demek ki kendilerine bir mürşid, bir hoca, bir öğretmen, bir mukrî gerekiyordu.[3]
Fakat içlerinde bu işin uzmanı yoktu. Bu iş uzman işiydi; kalifiye elemanı isterdi…
İşte burada çok önemli bir husus çıkıyor karşımıza; herkesin her şeyi yapamayacağı meselesi… Herkes her şeyi yapamaz diye de, herkesin her şeyden kaçınması gerekmez. Kim veya kimler, neyi veya neleri yapabileceklerse, o veya onlar onu veya onları yapmalılar. Sorumluluk hepimize aittir çünkü.
Medine’nin bu ilk Müslümanları, bunun önemini ve eksikliğini fark edince Peygamber Efendimiz (sas)’e şöyle bir mektup yazıp gönderdiler:
—Ey Allah’ın Rasûlü! İçimizde İslâmiyet açıklandı ve yayılmaya başladı. Bu güzelliğin sadece bizim aramızda kalmasını istemiyoruz. Aile çevremiz başta olmak üzere, bütün Yesrib’e yayılması lazım. Böyle bir durumda bize sorular soruluyor. Fakat biz yetersiz kalıyoruz. Yesrib’de halkı Allah’ın Kitabı’na davet edecek bir davetçi, Kur’ân-ı Kerîm okuyacak bir mukrî, İslâm dinini anlatacak bir öğretmen, Kur’ân ve Sünneti aramızda ikame edecek ve namazlarımızda bize imamlık yapacak bir hoca, bizi anlayacak ve bize her bakımdan yol gösterecek yetişmiş bir kimsegönder, yâ Rasûlallah! [4]
Bu haklı istek ve bilinçli teklif, Medine Müslümanlarının incelik ve hassasiyetini ortaya koyan en önemli davranışlardan biridir.
Daha önce de Peygamberimizin haklı isteği karşısında bile, asaletlerine uygun cevap veren bu seçkin Müslümanlar, geldikleri seviyelerini gösteriyorlardı. Önünü-ileriyi iyi görenler, her zaman güzel işler yaparlar, büyük başarılar elde ederlerdi. İnce düşünüp ciddi bir tahlil yapmayanlar, hem kendileri zarar görür hem de başkalarına zarar verirlerdi. İşte onlar, bunu dikkate alarak hareket ediyorlardı. [5]
Bu yerinde ve bilinçli teklif karşısında Peygamber Efendimiz (sas) de en seçkin ve en gözde sahâbilerinden biri olan Hz. Mus’ab bin Umeyr’i Medine’ye göndermek için huzuruna çağırdı.
Yesrib’e gitmek için Hz. Peygamber’den talimatı alan Hz. Mus’ab (ra), bir an önce hazırlığını yapıp yola çıkmak için hemen evine gitti. Sevgili hanımı Hz. Hamne binti Cahş (ra), büyük bir sevgi ve saygının yanında, ince bir edep ile karşıladı.
-Ey Mus’ab! Senin bu güzel yüzünde sevinç ile hüznü iç içe görüyorum! Şimdiye kadar böyle bir şey görmemiştim!
-Senden de bir şey saklanmıyor, bunu nasıl anladın ey Hamne?
-Biz bir aileyiz ey Mus’ab! Allah şahit ki ben seni Allah ve Rasûlü’nden sonra, her şeyden çok seviyorum!
-Allah şahit ki, ben de seni Allah ve Rasûlü’nden sonra, her şeyden çok seviyorum!
- Öyleyse söyle bakalım, bu sevinç ve hüznün neden böyle iç içe?
- Önce hangisini söyleyeyim; sevincimi mi, yoksa hüznümü mü?
- Sevincini söyle ki paylaşıp ben de sevineyim; hüznünü söyle ki, paylaşıp hüznüne ortak olayım!
- Sevinçliyim; çünkü Peygamber Efendimiz (sas) kendisi adına orada icraat yapmam için beni Yesrib’e gönderiyor!
- Maşallah barekallah! Peygamber Efendimiz (sas) adına icraat yapacak ve Yesrib’de O’nu temsil edeceksin! Rabbim muvaffak eylesin. Gerekten çok sevindirici bir haber bu; Allah utandırmasın! Peygamber temsilcisi olmak ne büyük şeref, kutlarım seni ey Mus’ab!
- İnşallah bu büyük şerefli işi, şerefine uygun bir şekilde başarırım. Dua ve desteğini eksik etme ey Hamne!
- Dua ve desteğim hep seninledir ey Mus’ab! Sevincini anladık ve paylaştık; peki hüznün nedir?
- Ben gidince sen burada yalnız başına ne yapacaksın? Ne yiyip ne içeceksin? Her şeyleri ile canavarlaşan müşrikler arasında nasıl yaşayacaksın?
- Konuştuğun şeye bak, bu mu seni böylesine üzen şey?
- Evet ey Hamne, seni burada kime bırakacağım? Kime emanet edeceğim seni?
- Senin gibi yetişmiş elemana böyle bir endişe yakışmıyor ey Mus’ab!
- Zamanım çok dar ey Hamne, ne yapacağımı bilemiyorum. Hem bizimkiler hem de sizinkiler şirk bataklığından kurtulamadılar. Rasûlullah’a ve Ashâbı’na düşmanlıkları gün geçtikçe artıyor. Düşmanlıklarının yanında eziyet ve işkenceleri de dayanılmaz bir hale ulaştı. Şimdi söyler misin bana ey Hamne, seni böyle bir ortamda kime emanet edeyim?
- Ey Mus’ab! Rasûlullah aleyhiselâm seni Yesrib’e gönderirken, bizim durumumuzu bilmiyor muydu yani?
- Elbette ki biliyor.
- Rasûlullah aleyhisselâm durumumuzu bildiğine göre, senin bu endişen niye?
- Senin bu teslimiyetine hayranım ey Hamne!
- Sen bizi merak etme. Orada başarılı olman için, burayı kafaya takmamalısın! Sen işini en güzel bir şekilde yapmaya bak!
- Öyleyse sizi Allah’a emanet ediyorum! O her şeyi görüp gözeten, O her şeyi işitip bilendir.
- İşte bunu söylemeni bekliyordum ey Mus’ab!
Hz. Hamne (ra), sevgili kocasına yardımcı oldu. Kocasının sıkıntı ve endişesini giderdiği gibi, ona önayak oldu. Birileri ayak bağı olurken, o önayak olmuştu. İslâm ile şereflenmiş bir Müslüman hanım, her zaman önayak olmalıydı. Ama hiçbir zaman ayak bağı olmamalıydı.
Karşılıklı helalleştiler. Hz. Hamne (ra), gözyaşları ve dualarla uğurladı kocasını. Peygamber talimatının önemini bildiği için “gitme” demedi kocasına. Hatta en ince ayrıntısına kadar yardımcı oldu ona.
Yolcu ederken, şöyle diyecek kadar da bir asalet örneği sergiledi:
- Rasûlullah’ın verdiği görevinde başarılar dilerim. Allah her hâl ve hareketinde yardımcın olsun. Bizi merak etme. Bize Allah ve Rasûlü kâfidir!
- Allah’a emanet ol ey Hamne!
- Allah’a emanet ol ey Mus’ab! [6]
Hz. Hamne (ra), kocası Hz. Mus’ab bin Umeyr’i yolcu ettikten sonra evine döndü. Kocası Medine’de, kendisi de burada olmak üzere ayrı ayrı faaliyet göstereceklerdi artık.
Hz. Hamne İslâm ile şereflendiğinde, işin sadece imân boyutunda kalmamış, öğrenmesi gerekenleri bir an önce öğrenip yaşamaya başlamıştı. İmânını amellerine yansıtmıştı yani. İmân ve amelinden hiç taviz vermediği için, Hz. Mus’ab (ra) onun bu hâlini çok beğenmiş ve böylece evlenmişlerdi.
Hz. Hamne (ra), kendini çok şanslı bir hanım olarak hissediyordu. Çünkü herkesin peşinden koştuğu Hz. Mus’ab(ra) ile o evlenmişti. Şimdi ise ayrı yerlerde yaşayacaklardı. İlk ayrılıkları oluyordu bu…
Hz. Mus’ab (ra), iyi bir eğitimciydi.
Güven ve itimat telkin eden bir yapısı vardı.
Sabır ve metanetliydi.
Çok yönlüydü.
İslâm’ı çok iyi biliyordu.
Çok güzel bir fiziki yapısı vardı.
Güzel ve etkili Kur’ân okurdu.
Cana yakındı.
Beşeri ilişkileri mükemmeldi.
Çok sosyal bir yapısı vardı.
O kadar güzel ve çok özellikleri vardı ki, saymakla bitmezdi…
Peygamber Efendimiz (sas), neden Mus’ab bin Umeyr’i gönderdi sorusunun cevapları belki bunlar. Ama bu kadarı tam bir cevap olmuyor herhalde. Bu yüzden her zamanki gibi, en doğrusunu Allah ve Rasûlü bilir, diyoruz…
Fakat şu soruyu da kendimize sormadan edemiyoruz. Bizi böyle bir göreve gönderecek olsalar, biz bu işi başarabilir miyiz? Neden Mus’ab sorusuna takılıp kalmak yerine, ya bizim Mus’ab adaylarımız nerede diye sorsak nasıl olur?
Büyük davalar, büyük insanların gayretleri ile sürerdi. Dava, insanı yetiştirir; insan, davasını yaşar ve yayardı…
Hz. Es’ad bin Zürare (ra) başta olmak üzere, Medineliler bu çok önemli ve çok özel misafirlerini sabırsızlıkla bekliyorlardı. Peygamber temsilcisi olarak yanlarına gelen bu seçkin zâtı karşılamalarından belli oluyordu bu. Rasûlullah aleyhisselâmın yanından geleli çok olmadığı halde, büyük bir hasret ve muhabbetle Mus’ab Hoca’da O’nun akislerini görmüşlerdi âdeta.
Rasûlullah aleyhisselâmı temsilen, O’nun adına burada icraat yapmak üzere gelen Hz. Mus’ab bin Umeyr’i büyük bir muhabbetle karşıladıktan sonra, Hz. Es’ad bin Zürare (ra), onu alıp evine götürdü. Hz. Es’ad bin Zürare, Medine’nin ilk Müslümanlarından olup, Akabe Biatlarında bulunmuş, Medine’nin önde gelen şahsiyetlerinden biriydi.Yetişmiş elemandı yani, yetişmiş insandı… Sahâbe idi o, Sahâbe…
Bugün herkes her şeye talip olduğu için, ciddi bir başarı elde edemiyoruz. Haklıya hakkını vermek gerekir. Herkes her şeyi yapamaz. Öyleyse hangi işi kim daha iyi yapacaksa, o iş ona verilmeli. Hatta işini en iyi şekilde bilen kişilerden herhangi bir talep beklemeden işi ehline vermemiz gerekiyor. Peygamber Efendimiz böyle buyuruyor çünkü…
Sallallahu aleyhi ve sellem…
[1] Bkz: Siyer-i Nebi Dergisi, Ocak-Şubat 2011, s. 20-23; Mart-Nisan 2011, s. 22-25; Mayıs-Haziran 2011, s. 22-25.
[2] Mahmûd Şâkir, Gökteki Yıldızlar, s. 804-805.
[3] Mübârekfûrî, er-Rahîku’l-Mahtûm; s. 170.
[4] İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe fî Ma’rifeti’s-Sahâbe, c. 1, s. 73-74.
[5] İbn Kayyım el-Cevziyye, Fıkhu’s-Sîre (Peygamberimiz’in Hayatı), s. 228-229.
[6] Hâlid Muhammed Hâlid, Yeryüzü Yıldızları (60 Sahâbenin Hayatı), s. 27-34.
Add new comment