Add new comment

Mekke’nin Fethi

Fetih Gazvesi

Mekke fethinin sebebi, Mekke müşriklerinin Peygamber Efendimizle imzaladıkları Hudeybiye antlaşmasını bozmalarıdır. Söz konusu antlaşmanın son maddesi, önce geçtiği gibi, diğer kabilelere iki taraftan istedikleriyle ittifak kurma hakkını veriyordu. Huzâa kabilesi, bu şarta dayanarak Peygamberimizin himayesini istemiş ve Müslümanlarla ittifak kurmuştu. Buna karşılık Bekiroğulları ise Kureyş’in himayesini tercih etmişti.[1]

Adı geçen iki kabile arasında, eskiden beri şiddetli bir düşmanlık vardı ve bu düşmanlık sürüp gidiyordu. Bekiroğulları, Hicretin 8. Yılı Şaban ayında Huzâaoğulları üzerine bir gece baskını düzenleyip Vetir suyu civarında onlardan 23 kişiyi öldürmüşler; katliama dönüşen baskından kaçıp Harem-i Şerif’e sığınanları dahi öldürmekten çekinmemişlerdi. Bu baskına Kureyş müşriklerinin adı da karışmıştı. Mekkeliler müttefiklerini sadece harp malzemesi vererek desteklemekle kalmamışlar, Süheyl b. Amr, Ebû Cehil’in oğlu İkrime ve Safvân b. Ümeyye başta olmak üzere onlardan bazı gençler baskına da katılmışlardı.[2]

Kureyşlilerin müttefiki Bekiroğulları’nın, Müslümanların müttefiki Huzâaoğullarına bu saldırısı ve Mekke müşriklerinin onlara yardımı, açıktan açığa Hudeybiye antlaşmasını bozmaktı. Huzâaoğulları gönderdikleri 40 kişilik heyetle durumu Peygamberimize bildirdiler. Heyet mensupları, yapılan baskın ve Kureyşin desteğini anlatarak ondan yardım istediler. Rasûlullah, onlara kesinlikle yardım edeceğini açıkladı.[3] 

Diğer taraftan söz konusu olayın Hudeybiye antlaşmasını bozmak olduğunu bilen Mekkeliler, sulhu bozmuş olmaktan dolayı büyük bir pişmanlık ve korku içine girdiler. Vakit geçirmeden barışı yenilemesi ve süresini uzatması için reisleri Ebû Süfyân’ı Medine’ye gönderdiler. Medine’ye gelen Ebû Süfyân şehrin bu katliam haberiyle çalkalanmakta olduğunu gördü. Antlaşmayı yenileyebilmek için, Hz. Peygamberin eşi olan kızı Ümmü Habibe ve ardından ashâbın ileri gelenlerinin yardımına başvurdu. Ne var ki kimse ona yardımcı olmak istemiyor; herkes işi Peygamberimize bırakıyordu. Peygamberimiz ise ona herhangi bir cevap vermedi.[4]     

Ebû Süfyân hiçbir netice elde edemeden geri dönmek zorunda kalmıştı. Medine’de yaptıklarını anlatınca Mekkeliler:

“Sen hiçbir şey yapmamışsın. Bize sulh haberi getirmedin ki kendimizi emniyette hissedelim. Harp haberi de getirmedin ki bu iş için hazırlık yapalım.” dediler. 

Diğer taraftan Huzâaoğullarına yardım sözü veren Rasûlullah (s.a.v.), Mekke üzerine gitmeye karar vermişti. Hangi şehir üzerine gidileceğini ve kiminle savaşılacağını gayet gizli tutarak, ashâbına savaşa hazırlanmalarını emretti. Medine civarındaki Müslüman kabilelere de elçiler göndererek, silahlarını kuşanıp Ramazan ayının ilk günlerinde Medine’ye gelmelerini bildirdi. 

Mekke müşriklerinin bu hazırlıktan haber almalarını önlemek için çok sıkı tedbirler aldı; Mekke yollarını sıkı bir şekilde kontrol altında tutturdu. Ayrıca Mekke üzerine gideceğini gizlemek için, başka bir hedef düşündüğü intibaını uyandırmak maksadıyla Necid istikametine bazı birlikler gönderdi. Çünkü onun niyeti, Mekkeliler/Kureyşle savaşmaktan ziyade onları İslâm’ın hâkimiyetini tanımaya zorlamaktı. Bu münasebetle onların harbe harılanmasına fırsat verilmemesi gerekiyordu. Nu tedbirleri alan Rasûlullah (s.a.v.) bu günlerde şöyle dua ediyordu:

Allah’ım! Casusların Kureyşe haber ulaştırmalarına fırsat verme de onları yurtlarında ansızın yakalayalım.” [5]   

Hazırlıklar son safhaya gelmişti. Bu günlerde muhacirlerden Ebû Beltea oğlu Hâtıb, nefsine aldanıp, Mekke’deki kimsesiz yakınlarına iyilik olsun arzusuyla, askerî hazırlıkları Kureyşe bildirmek istemiş, yazdığı mektubu bir kadın ile göndermişti. Ancak onun teşebbüsü neticesiz kaldı; zira vahiyle durumda haberdar edilen Peygamberimiz, Mekke yolunda olan kadının peşine adamlar gönderdi. Kadın yakalanıp mektup ele geçirildi. Hâtıb işlediği bu büyük suç için şu mazereti gösterdi:

“Ey Allah’ın elçisi! Bunu dinimden döndüğüm, İslâm ile şereflendikten sonra küfrü seçtiğim için yapmış değilim. Ancak çoluk-çocuğum Mekke’dedir. Onları himaye edecek kimsem de yok, dolayısıyla Mekkelileri memnun ederek aile fertlerimi korumak istedim.”  Onun bu mazereti bir tarafa, Peygamberimiz,  Cenâbı Allah tarafından Bedir gazileri için yapılmış umumi af vaadine dayanarak Bedir seferine katılan bu arkadaşını affetti.[6] 

Ramazan ayının ilk günlerinde bütün hazırlıklar tamamlanmış bulunuyordu. Medine’de yerine vekil olarak Ebû Rûhm el-Gifârî’yi bırakan Peygamberimiz, ayın onunda 10.000 kişilik ordusuyla hareket etti. Müslümanlar daha önce bu kadar büyük bir ordu hazırlayamamışlardı. Bu büyük ordu, puta tapıcılığın kökünü kazımaya, Mukaddes Kâbe ve onu çevreleyen Harem-i Şerif’i şirk ve putlardan temizlemeye gidiyordu. Sevgili Peygamberimizin bütün gayesi, Mekke’ye kan dökmeden girebilmekti. Bunun için elinden gelen tedbiri almıştı. Bir rivayete göre, Mekke’ye doğru yola çıkıldığı anda bile, askerler hangi şehir üzerine gidildiğini bilmiyorlardı. Kimi Kureyş üzerine, kimi Tâif halkı Sakîf, kimi de Hevâzin kabilesi üzerine gidildiğini sanıyordu.[7]

Rasûlullah, ordusuyla Mekke’ye doğru giderken, yolda Mekke’den Medine’ye hicret için yola çıkmış olan amcası Hz. Abbas ve aile fertleri ile karşılaştı. Amcasını gören Rasûlullah onun için şöyle dedi:

Peygamberlerin sonuncusu ben, Mekke muhacirlerinin sonuncusu ise sensin.   

Yanındaki aile fertlerini Medine’ye gönderen Hz. Abbas orduya katıldı. Hareketini devam ettiren İslâm ordusu Mekke’ye 16 km uzaklıkta bulunan Merruzzahran vadisine kadar geldiği halde, yolların kontrol altında tutulması sayesinde Kureyşin haberi olmamıştı.[8] Bu vadide karargâh kuran Peygamberimiz, geceleyin asker sayısınca yani 10 bin adet ateş yakılmasını emretti.[9] Böylece geceyi gündüze çevirecek ateşlerle ordusunun kalabalık olduğunu göstererek Kureyşlilerin harbe başvurmadan teslim olmalarını sağlamak istiyordu.

Öbür tarafta Mekkeliler/Kureyşliler, Rasûlullahın bir ordu hazırladığını duymuşlar; ancak hedefini öğrenememişlerdi. Mekke üzerine gelebileceği endişesiyle şehir dışına adamlar gönderip bilgi toplamaya çalışıyorlardı. İslâm ordusunun Merruzzahran’da konakladığı gece Mekke reisi Ebû Süfyân, iki arkadaşını alarak bizzat etrafı gözetlemeye ve olup bitenler hakkında bilgi toplamaya çıkmıştı. Onlar adı geçen vadideki binlerce ateşi görünce, hayrete düştüler. Bu ateşlerin mahiyetini öğrenmek isterken İslâm ordusunun ileri karakolları tarafından yakalandılar.

Peygamberimizin amcası Abbas da galip geleceğinden emin olduğu İslâm ordusunun Mekke’ye kan dökmeden girmesini sağlamak arzusundaydı. Mekkelilerin bir yanlışlık yaparak savaşa kalkışmalarından korkuyor ve bu durumu onlar için çok tehlikeli görüyordu.[10] Niyeti, onlara bir haberci gönderip kendilerini tehlikeye atmadan teslim olmalarını tavsiye etmekti. Bu niyetle rastlayacağı bir Mekkeliyle haber göndermek için karargâhtan biraz uzaklaşmıştı. O sırada Müslüman askerler tarafından yakalanan Ebû Süfyân ve iki arkadaşının seslerini duydu. Yanlarına giderek onları alıp Peygamberimize götürdü.

Mekke lideri Ebû Süfyân, Rasûllullah’ın huzurunda, biraz tereddüdün ardından, daveti kabul edip şehadet getirerek Müslüman oldu. Böylece önceki yaptıklarından pişmanlık duyan Kureyş lideri de İslâm’a teslim olmuştu. Bu gelişme, Mekke’nin kan dökülmeden alınması için büyük bir adım oldu. Şöyle ki, ordusunun büyüklüğünü göstererek Mekkelilerin savaşa kalkışmadan kayıtsız şartsız teslim olmalarını sağlamak isteyen Rasûlullah, amcası Abbas’a şöyle dedi:

Ebû Süfyânı al, ordunun geçeceği vadinin hakim bir noktasına çıkar. Ordumuzun büyüklüğünü görsün.”[11]    

İslâm ordusu, kabile bölükleri halinde, kendilerine ait sancakların altında, Kureyş reisinin önünden resmi geçit yapıyordu. Ebû Süfyân ise önünden geçen her birliğin hangi kabileye ait olduğunu öğrenince hayretini ifade eden sözler söylüyordu. Ensâr birlikleri geçerken, komutanları Sa’d b. Ubâde, Ebû Süfyân’a lâf atarak:

“Ey Ebû Süfyân! Bugün savaşma günüdür. Bugün Kâbe’de kan dökmek serbest olacaktır” demişti. Ancak Sa’d’ın bu sözlerini işiten Peygamberimiz:

“Sa’d hata etmiş. Aksine bugün Allah’ın Kâbe’yi şereflendireceği gündür.” karşılığını verdi. Ayrıca Sa’d’ın kan dökmesinden endişe duyarak, Ensâr’ın sancağını ondan alıp oğlu Kays’a verdi.[12] Daha sonra da Mekkelilere savaşsız teslim olmalarını bildirmesi için Ebû Süfyân’ı Mekke’ye gönderdi.  Mekke’ye gelen Ebû Süfyân, kendisini bekleyen halkına:

Ey Kureyşliler! Muhammed karşı konulamayacak bir orduyla geliyor” dedikten sonra onlara Rasûlullah’ın şu talimatını açıkladı.

Kâbe’ye sığınanlara, Ebû Süfyân’ın evinde toplananlara veya kendi evine kapanıp dışarı çıkmayanlara dokunulmayacaktır.” [13]

Bu haber üzerine, ilk anda büyük bir öfke ve tereddüt yaşansa da gerçeği anlayan Mekke halkı, verilen talimata uyarak Kâbe ve Ebû Süfyân’ın evinde toplandı. Bir kısımda kendi evlerinde kalkmıştı. Az sayıda olsa da silahını kapıp sokağa fırlayanlar, ötede beride koşuşanlar görülüyordu.

Peygamberimiz, ordusunu dört kola ayırmış ve şehre ayrı istikametlerden girecek dört komutanına, bir saldırı ile karşılaşmadıkları takdirde kesinlikle kan dökmemelerini, umumi affın dışında bırakılan birkaç kişi hariç hiçbir Mekkeliyi öldürmemelerini emretmişti.

Halid b. Velîd hariç diğer üç komutan Mekke’ye kan dökmeden girmeye muvaffak oldular. Fakat küçük bir çetenin saldırısına uğrayan Halid, bu saldırganlara karşı çarpışmak zorunda kalmış, çatışmada 2 Müslüman şehit düşmüş, 13 müşrik öldürülmüş, diğer müşrikler ise dağılıp kaçmışlardı. Bu çarpışmayı duyunca üzülen Rasûlullah,  önce müşriklerin saldırmış olduğunu öğrendiğinde, “Bu hadise ilahi bir kaza imiş” diyerek verdiği emrin dışına çıkılmadığı için memnuniyetini ifade etti.

Mekke’ye 20 Ramazan Cuma sabahı girilmişti.[14] O sırada başına siyah sarık giymiş olan Peygamberimiz, sancağını Hacun mevkiine diktirdi ve çadırını da oraya kurdurdu. Bir süre dinlendikten sonra devesine binerek ashâbının ortasında Kâbe’ye yöneldi. O esnada Fetih sûresini okuyordu. Devesinin üzerinde olmak üzere yedi tavaf yaptı, bu sırada elindeki sopa ile putları deviriyor, onları devirirken şu anlamdaki âyetleri okuyordu:

“De ki: Hak geldi, bâtıl zail oldu. Bâtıl, zaten yok olmaya mahkûmdur.”[15]    

Rasûlullah (s.a.v), daha sonra ashâbına Kâbe-i Muazzama ve çevresini orada bulunan 360 puttan temizlemelerini emretti. Temizlik işi bitirilince duvarları resimlerle doldurulmuş Kâbe’nin içine girdi. Bu sırada ellerinde birer fal oku ile kısmet dileyen İbrahim ve İsmail (a.s) peygamberleri canlandıran resimleri görünce, onların tasvirlerine bakarak:

Allah bunları yapanları helak etsin! Allah’a yemin ederim ki, bu puta tapıcılar bu iki peygamberin rızıklarını ve maişetlerini hiçbir zaman böyle kötü ve saçma şeylerle aramadıklarını çok iyi bilirler” buyurdu.[16]

Kâbenin içindeki put ve resimlerin temizlenmesini de emretti. Bir süre sonra dışarı çıkarak Makâm-ı İbrahim de namaz kıldı. Bu sırada bütün Mekkeliler Mescid-i Harâm’a dolmuş haklarında verilecek kararı bekliyorlardı. Kâbe kapısının eşiğinde duran Rasûlullah, yalnız Mekke halkı Kureyşe değil, bütün insanlığa yönelik şu meşhur konuşmasını yaptı

Allah’tan başka ilah yoktur. Yalnız O vardır. Allah’ın eşi ve ortağı yoktur. O vaadine bağlı kalıp sözünü yerine getirdi, kuluna yardım etti. Bize karşı toplanan düşmanları yalnız başına hezimete uğrattı. İyi biliniz ki, bütün câhiliye gelenekleri, bütün kan ve mal davaları kaldırılmıştır. Onlar, bugün şu iki ayağımın altındadır. Yalnız Kâbe hizmeti ve hacılara su dağıtma işi bunun dışındadır. Ey Kureyş toplumu! Allah sizden câhiliyet gururunu, babalarla ve soylarla büyüklenmeyi gidermiştir. Bütün insanlar Ademdendir, Adem ise topraktan yaratılmıştır.”[17]      

Konuşmasını bitiren Peygamberimiz, davetine başladığı günden itibaren yaklaşık yirmi yıldır kendisine ve arkadaşlarına her türlü kötülüğü yapmış, yurtlarından çıkarmakla kalmayıp savaş üstüne savaş tertiplemiş olan zalim ve acımasız düşman kitlesine, yani Kureyş müşriklerine şu soruyu sordu:

Ey Kureyş cemâati! Şimdi size nasıl bir muamele yapacağımı sanıyorsunuz?”

Müşrikler hep bir ağızdan:

“Hayır umarız. Çünkü sen, kerim bir kardeş ve değerli bir kardeş oğlusun.”  Karşılığını verdiler. Bunun üzerine Peygamberimiz:

Haydi gidiniz, hepiniz serbestsiniz” [18]diyerek tarihi kararını açıkladı.

Efendimiz bu kararıyla İslâmiyette nefis için kin ve intikam olmadığını açıkça ortaya koymuş, Müslümanların bütün amaçlarının Allah’ın rızasını kazanmaktan ibaret olduğunu göstermiş oluyordu. Kendisini ve ashâbını Mekke’den sürüp çıkaran, kendisi için ölüm tuzakları kuran müşriklerden intikam almayı hayalinden bile geçirmemişti. Onları istediği gibi cezalandırma fırsatını ele geçirmişken, en hafif bir şekilde cezalandırmayı bile düşünmeyip, aksine tamamını affetti. Bu yüce davranışıyla bütün Mekkelilerin kısa süre içinde İslâm’a girmesine zemin hazırladı.

Öğlen vakti girince Bilâl-i Habeşî Kâbe’nin üzerine çıkıp ezan okudu. Aynı günün sabahı putlarla dolu olan Kâbe’den yükselen ezan sesi Mekke semalarını çınlatıyordu. Namaz kılındıktan sonra Safa tepesinde oturan Rasûlullah, İslâmiyeti kabul eden Mekkelilerden biat aldı. Önce İslâm ve cihad üzerine erkekler, daha sonra da kadınların biatiyle ilgili âyette belirtilen hususlar üzerine kadınlar ona biat ettiler. Bu arada umumi aftan hariç tutulan ve Kâbe’nin örtüsü altında sığınsalar dahi öldürülmeleri emredilen yaklaşık 15 kişiden çoğu da sonradan affedildi.[19]   

Mekke’nin fethi, Peygamberimiz ve ashâbı ile Mekke müşrikleri arasında 20 yıldır sürüp gelen mücadelenin son safhası olmuştur. Bu fetih hiç şüphe yok ki İslâm tarihinin en önemli dönüm noktalarından biridir. İslâm’ın yayılışını son derece hızlandırmıştır. Fetihten iki yıl sonra Arabistan’ın tamamı İslâm’ın hâkimiyeti altına girmiştir.



[1] İbn Hişâm, II, 390.

[2] İbn Hişâm, II, 390; Taberî, III, 111.

[3] İbn Hişâm, II, 395.

[4] Taberî, III, 113.

[5] İbn Hişâm, II, 397; Taberî, III, 113.

[6] Taberî, III, 114; İbn Hişâm, II, 399   .

[7] Taberî, III, 115;

[8]Taberî, III, 114, ; İbn Hişâm, II, 400

[9] İbn Sa’d, II, 135

[10] İbn Hişâm, II, 402.

[11] Taberî, III, 116.

[12] İbn Sa’d, II, 135.

[13] İbn Hişâm, II, 405; Taberî, III, 116 vd.

[14] İbn Sa’d, II, 140.

[15] İsrâ sûresi, 17/81.

[16] İbn Hişâm, II, 413.

[17] İbn Hişâm, II, 412.

[18] İbn Hişâm, II, 412; Taberî, III, 120.

[19] Çoğu İslâm’a girdikten sonra küfre dönmüş veya adam öldürmüş olan bu şahıslardan, İbn Hişâm’a göre ancak 3 tanesi öldürülmüştür. Diğerleri ise affedilmiştir. Bunların bkz. İbn Hişâm, II, 410-12

 

 

 

Image CAPTCHA
Enter the characters shown in the image.