Peygamberimiz, son gazvesi olan Tebük seferini Bizanslılara karşı düzenlemiştir. Tebük, Medine'nin kuzeyinde, Medine-Şam arasında, her iki şehre eşit uzaklıkta yer alan bir mevkidir. Sefer esnasında herhangi bir çatışma olmamasına rağmen, zamanın en büyük devletinin üzerine gidilmesi ve son derece güç şartlar altında 30 bin kişilik bir ordu çıkarılması sebebiyle bu gazve askeri ve siyasi bakımdan büyük bir zaferdir.
Bizanslıların Medine üzerine taarruz için hazırlık yapmakta oldukları, onların hâkimiyetini tanıyan Suriye Gassanileri ve diğer bazı Arap kabilelerinin de onlara katıldığı duyulmuştu. Rasûlullah (s.a.v.) aldığı bu haber üzerine umumi seferberlik ilan ederek Bizanslılara karşı savaşılacağını açıkladı. Düşman son derece kuvvetliydi; ayrıca yaz mevsiminin en sıcak günleriydi. Sıcaklık yüzünden kıtlık vardı. Hurmalar ve diğer meyveler de olgunlaşmak üzereydi. Gidilecek yer de oldukça uzaktı. Kısacası bu şartlar içinde savaşa gitmek oldukça zordu. O zamana kadar yaptığı savaşlarda maksadını son ana kadar gizleyen ve asıl istikametten başka bir tarafa gitme istediğini göstermeye çalışan Rasûlullah[1], bu defa hangi düşman üzerine gidileceğini baştan ilan etmişti. Zira herkesin ona göre hazırlık yapmasını istiyordu. Mekke ve diğer merkezlere haber gönderildi. Kısa süre sonra İslamiyeti kabul etmiş kabilelere mensup birlikler Medine'de toplanmaya başladılar.
Bu arada münafıklar, yine sudan bahaneler uydurarak bozgunculuk yapıyorlardı. Kur'an-ı Kerim onların bu davranışını şöyle anlatmaktadır:
"Tebük seferine iştirak etmeyip, Rasûlullah'ın arzusunun hilafına geride kalan münafıklar, evlerinde kalmakla sevindiler. Malları ve canlarıyla cihad etmekten hoşlanmadılar. Müslümanlara, 'Sakın ha, bu sıcakta sefere çıkmayın!' dediler. Habibim sen de onlara, 'Cehennem ateş daha sıcaktır' de. Keşke onlar anlayabilselerdi."[2]
Bu arada münafıklardan bazıları, Müslümanları savaştan caydırma faaliyetleri için bir Yahudi evini merkez edinmişlerdi. Bu ev ateşe verilerek yakıldı. Birtakım bedeviler ise hakiki mazeretleri olmadığı halde savaşa gitmemek için izin istiyorlardı. Savaş hazırlığını ağırdan alan bazı Müslümanlar da Allah Teâlâ tarafından, Efendimize indirilen ayetlerle uyarıldılar. Bu ayetlerde şöyle deniyordu:
"Ey iman edenler! Size ne oldu ki, 'Allah yolunda seferber olunuz!' denilince yerinize yığıldınız kaldınız? Yoksa Ahiret'ten vazgeçip dünya hayatına razı mı oldunuz. Fakat o dünya hayatının saadeti, Ahiret saadetinin yanında pek az bir şeydir. Eğer seferber olmazsanız, Allah size sızlatıcı bir azap ile azap eder ve yerinize başka bir kavim getirir (ve emirlerini o kavme infaz ettirir) de siz Peygamber'e hiçbir suretle zarar veremezsiniz. Ve Allah her şeye kadirdir. Eğer Peygamber'e yardım etmezseniz, ona Allah yardım eder. Ve şimdiye kadar yardım etti de..."[3]
Bu ayetlerin inmesi ashâb-ı kiram üzerinde son derece etkili oldu ve seferberlik faaliyeti oldukça hızlandı. Kıtlık olduğu için, Peygamberimiz tarafından savaş hazırlıkları hususunda yardım kampanyası başlatılmıştı. Bu kampanyada Hz. Ebû Bekir malının tamamını, Hz. Ömer ise yarısını getirdi. Miktar olarak en büyük yardımı Hz. Osman yaptı. Bütün levazımatıyla 3 yüz deve ve buna ilâve olarak bin dinar bağışlamıştı. Müslüman kadınlar da mücevherlerini getirip teslim ederek kampanyaya katıldılar.
Rasûlullah (s.a.v.), bu kampanya sayesinde kısa süre sonra toplanan 30 bin kişilik ordusuyla yola çıktı. Medine'de vekil olarak bu defa Hz. Ali'yi bırakmıştı. Orduyla birlikte Veda tepesine kadar gelen baş münafık Übey oğlu Abdullah, adamlarını alarak buradan geri döndü.[4] Bazı münafıklar, arkadaşlarının geri dönmesine rağmen ganimet arzusuyla bu sefere katılmışlardı. Sefer esnasında yine fitne çıkarmaya çalıştılar. Onların bu hıyanetleri, neredeyse günü gününe ayetlerle bildirilmiş, iç yüzleri anında açığa vurulmuştur. Tebük seferindeki tutumları ve bu sefer hakkında inen ayetlerde verilen bilgiler, münafıkların gerçek yüzleri ile anlaşılması bakımından çok dikkat çekicidir.
İslam ordusu, uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra Tebük'e ulaştı. Ancak gerek Bizans, gerekse onu destekleyen Araplardan bir hareket görülmüyordu. Düşmanın harp etmek niyetinde olmadığı kesin olarak anlaşılmıştı. Peygamberimiz, 20 gün Tebük mevkiinde bekledi. Orada kaldığı bu süre içinde, Eyle, Cerbâ ve Ezruh gibi merkezlerin yerel yöneticileriyle anlaşmalar yaptı. Bu idareciler, cizye vergisi şartıyla İslam devletinin hâkimiyetini tanıdılar.[5] Rasûlullah, ashabıyla yaptığı istişare sonucu, daha fazla beklemenin faydasız olacağı kanatine vardı ve ordusuna geriye dönüş emrini verdi.
Tebük seferinin rastladığı zamana, Kur'an-ı Kerim'de "saatü'l-usr/güçlük zamanı" adı verilmiştir.[6] Bu tabirden alınarak, bu sefere "güçlük gazvesi", orduya da güçlük ordusu" denilmiştir.
Sefer dönüşü Medine'ye yaklaşıldığı sırada, Peygamberimizi karşılayan bir grup münafık, ondan Kubâ köyünde yapmış oldukları bir mescidde namaz kılmasını istediler. Bu sırada Cenab-ı Allah, indirdiği ayette, bu yapının münafıkların toplanması için yapılmış bir fitne yuvası olduğunu haber verdi. Ayette şöyle deniyordu:
"(Savaşa gitmeyenler arasında) Müslümanlara zarar vermek, (hakkı) tanımamak, mü'minlerin arasını açmak ve önceden Allah ve Rasûlü'ne karşı savaşmış olan kişinin gelmesini gözetlemek için bir mescid yapanlar da var. Onlar, 'iyilikten başka bir niyetimiz yoktu' diye yemin edecekler. Hâlbuki Allah, onların yalan söylediklerine şahitlik eder."[7]
Bu ayetin inmesi üzerine Rasûlullah, arkadaşlarından birkaçını göndererek Kur'an dilinde "Mescid-i Dırâr" diye isimlendirilen bu yapıyı yıktırdı.
Peygamberimiz, her sefer dönüşünde, mescidinde o sefere katılmayanların mazeretlerini dinlerdi. Tebük seferine geçerli mazeretleri olmadığı halde katılmayan 80 kişi de Mescid-i Nebevi'ye gelerek uydurdukları mazeretlerini açıkladılar. Peygamberimiz, onların dilleriyle söylediklerini esas alarak, kalplerinde gizledikleri gerçeği Allah'a havale etti. Bu arada Ensar'dan Mâlik oğlu Ka'b, Rebi oğlu Mürare ve Ümeyye oğlu Hilal adlarını taşıyan üç samimi Müslüman da geçerli özürleri olmadığı halde savaşa katılmamışlardı. Mescid-i Nebevi'ye gelen bu üç sahâbî, diğerleri gibi yalan uydurmaya yeltenmeyip, gerçeği olduğu gibi Rasûlullah'a aktardılar. Bu üç kişinin özürlerini kabul etmeyen Peygamberimiz, onları toplumdan tecrit etmek ile cezalandırdı. Diğer Müslümanların onlarla konuşmasını yasakladı. Bu yasak üzerine, 50 gün boyunca hiçbir Müslüman onlarla konuşmadı. Allah'tan başka sığınacak kapı olmadığını anlayan bu üç kişi, büyük bir pişmanlık içine girmişlerdi. Geniş yeryüzü, artık kendilerine dar geliyordu. Nihayet Cenab-ı Allah, indirdiği ayetle, büyük bir imtihana tabi tuttuğu üç kulunu affettiğini bildirdi.[8]
Tefsir ve hadis kitaplarında genişçe yer tutan bu hadise, İslâm toplumunun duyarlılığını, Müslümanların birbirlerini murakabesini ve sosyal sorumlulukların dağılımındaki hassasiyeti göstermesi açısından çok dikkat çekicidir. [9]