Uhud Gazvesi, Mekke müşrikleriyle yapılan ikinci büyük savaştır. Medine'nin kuzeyinde, şehir merkezine 5 km. uzaklıkta yer alan Uhud Dağı civarında yapılmış ve adını bu dağdan almıştır. Bu savaş, Mekke müşriklerinin Bedir Gazvesi’nin intikamını almak için harekete geçmeleri sebebiyle çıkmıştır. Önce geçtiği gibi onlar, ileri gelen liderlerini Bedir savaşında kaybetmişlerdi. Ayrıca Suriye Ticaret Yolu kendilerine kapanmıştı dolayısıyla hem Bedir Savaşı’nın intikamını almak hem de bu ticaret yolunu yeniden açmak istiyorlardı.
Bedir Savaşı’na sebep olan kervan, Suriye'den büyük bir kazançla dönmüştü. Kervan reisi Ebû Süfyân, elde edilen kârı henüz dağıtmamış, hükümet konakları Dâru'n-Nedve'de koruma altına almıştı. Bu günlerde, Bedir'de yakınlarını kaybedenler ona başvurarak:
"Muhammed bize çok büyük kötülük yaptı. Bedir Savaşı’nda liderlerimizi öldürdü. Kervandan elde ettiğimiz kazancı, onunla savaşa harcamak istiyoruz." dediler. Bedir'de oğlunu ve bazı yakınlarını kaybeden Ebû Süfyân, bu tekliften çok memnun kaldı. Bu parada hissedar olan diğer müşrikler de kazançlarının bu yol için sarf edilmesini seve seve kabul ettiler.[1]
Yaklaşık 50.000 altın civarındaki bu para, savaş için yapılan hazırlıklara harcandı. Alınan silahlar yanında civardaki kabilelerden para ile asker toplandı. Medine'ye taarruz için hazırlanan Kureyş ordusunun asker mevcudu 3.000'e ulaşıyordu. Onların 3.000 deve, 200 atları vardı. Ayrıca askerin yedi yüzü zırhlıydı.[2]
Yolda ve harp esnasında askere moral vermek, onların cesaretlerini arttırmak için çalgıcı kadınlar, şarkıcı cariyeler ve ileri gelenlerin hanımları da orduya katılmış ayrıca yanlarına bol miktarda içki almışlardı.
Bu arada, daha önce geçtiği gibi, Peygamberimiz'in Medine'ye hicretinin akabinde, ona düşmanlık besleyerek Mekke'ye gitmiş olan Medineli Hristiyan Ebû Âmir Fâsık da beraberinde götürdüğü elli kişi ile Kureyş ordusuna katıldı. Evs kabilesinden olan bu şahıs, Kureyşliler'e kabilesi Evs'in kendisine karşı savaşmayacağını ve bu kabileye mensup askerlerin savaş alanında İslâm ordusundan ayrılıp kendilerine katılacaklarını söylemiş, bu va'diyle müşrikleri sevindirmişti. Ne var ki, onun düşünceleri gerçekleşmedi. Harbin başlayacağı anda yaptığı çağrıyı kabilesi Evsliler şöyle reddettiler:
"Ey Fâsık! Allah, sana hiçbir yardım vermesin!" [3]
Hz. Hamza'yı öldürmek için kiralanmış olan köle Vahşi de ordunun içindeydi. Hamza'yı öldürdüğü takdirde efendisi Mut'im oğlu Cübeyr, kendisini kölelikten âzâd edecek, Ebû Süfyân'ın karısı Hind de büyük mükâfatlar verecekti. Vahşi'nin özellikle mızrak atma hususunda dengi yoktu.
Ebû Süfyân komutasındaki 3.000 kişilik Mekke ordusu Medine üzerine gitmek üzere yola çıkmıştı. Aynı günlerde, o sırada Mekke'de bulunan amcası Abbas, Peygamber Efendimiz'e gönderdiği bir casus vasıtasıyla, Mekkeliler'in savaş hazırlığını ve bu maksatla yola çıktıklarını haber verdi. Amcasının gönderdiği haberci sayesinde Mekke müşriklerinin Medine üzerine taarruz edeceğini ashabına bildiren Rasûlullah, durumu müzakere için harp meclisini topladı. Diğer yandan müşrikler hakkında bilgi toplamaları için casuslar ve keşif kolları çıkardı. Medine içinde de gerekli güvenlik tedbirlerini aldırdı.[4]
Rasûlullah (s.a.v.), Kureyş ordusuna karşı nasıl savaşılacağını ashâbı ile müzakere etti. Başta bizzat kendisi olmak üzere yaşlılar ve savaş hususunda geniş tecrübesi olanlar, Mekke ordusuna karşı Medine içinde savunma savaşı yapılmasını istiyorlardı. Münafıkların lideri Übey oğlu Abdullah da bu görüşü benimseyenler arasındaydı.[5]
Ancak genç sahâbiler ve özellikle Bedir gazvesine katılmamış olanlar, düşman ordusunu şehir dışında karşılayıp ona karşı meydan savaşı yapmayı teklif ettiler. Çoğunluğu teşkil eden bu grubun ısrarlı talepleri üzerine Rasûlullah, kendi görüşünü terk etti ve şehir dışına çıkılarak açık arazide meydan savaşı yapılacağını açıkladı. Bu kararın alınmasından sonra cuma namazını kıldırdı. Okuduğu hutbede, ashâbına savaş anında sabır ve sebat göstermelerini tavsiye etti. Namazın ardından odasına girdi, bir süre sonra üstüne iki zırh giyinmiş ve kılıcını kuşanmış olduğu halde dışarı çıktı. Hazırlık için odasına girdiği sırada, meydan savaşı yapmak fikrini ileri sürüp bu teklifin kabul edilmesi için ısrarda bulunmuş olanlar, büyük pişmanlık duymuşlardı:
"Yâ Rasûlallah! Hakkımız olmadığı halde, seni bu işe zorladık. İstersen senin düşündüğün gibi şehir içinde savunma savaşı yapalım" dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz:
"Bir Peygamber, giydiği zırhı kararlaştırılan şekilde düşmanla savaşmadan çıkarmaz!" karşılığını verdi. Daha sonra hazırlamış olduğu 1.000 kişilik ordusuyla Medine'den ayrıldı.[6]
Orduda 300 civarında münâfık bulunuyordu. Medine dışına çıkıldığı anda ise kalabalık bir Yahudi birliği orduya katılmak istemişti. Yahudilerin hıyanetinden çekinen Peygamberimiz, onları ordusuna almadı. Sonra ordusunu teftiş etti, diğer seferlerinde olduğu gibi küçükleri ve savaşamayacak durumda olanları geri gönderdi.[7]
Şavt denilen mevkiye varıldığı esnada münâfıkların lideri Übey oğlu Abdullah, boş ve asılsız bir bahâne uydurarak 300 adamıyla ordudan ayrıldı. Bahanesini şu sözleriyle ifadelendirmişti: "Muhammed, çoluğun çocuğun sözüne uydu. Bizim görüşümüze kulak vermedi. Ben, baştan beri meydan savaşına taraftar değildim."[8]
Münâfıklar her zaman olduğu gibi bu kritik anda da hıyanet etmekle Müslümanları zor durumda bırakmışlardı. İslâm ordusunun mevcudu, onların ayrılmasıyla, 700'e inmişti. Böylece İslâm ordusu kendisinin dört katı büyük bir orduyla savaşmak durumunda kalmış oldu.
Uhud'a daha önce gelmiş olan müşrik ordusu, karargâhını kurmuştu. Ordunun sağ kanadına Velid oğlu Halid, sol kanadına ise Ebû Cehil oğlu İkrime komuta ediyordu. Peygamberimiz, Uhud'a gelince ordusunu savaş için en müsait mevkiye yerleştirdi. Medine'yi karşısına alarak sırtını dağa verdi. Uhud Dağı ile Ayneyn Tepesi arasında bulunan geçit, ordunun sol tarafında kalıyordu. Bu geçit iyi tutulduğu takdirde düşman süvarilerinin İslâm ordusunun arka tarafına sızmaları imkânsızdı. Rasûlullah, stratejik önemi olan bu geçide, Cübeyr oğlu Abdullah komutasında elli okçu yerleştirdi ve onlara şu kesin talimatı verdi:
"Galip geldiğimizi veya mağlup düştüğümüzü görseniz de kesinlikle yerinizden ayrılmayınız. Hatta Müslümanların cesetleri üzerine akbabalar konsa bile yeni bir emir almadıkça yerinizi terk etmeyiniz."[9]
Rasûlullah (s.a.v.), okçulara verdiği bu tâlimâttan sonra ordusunu tekrar teftiş etti. İki taraf arasındaki çarpışmalar, 11 Şevval Cumartesi günü yine mübareze usûlüyle başladı. Gittikçe kızışan savaşta, Müslümanların parolası "emit emit/öldür öldür" şeklindeydi. Çarpışmaların kızıştığı anlarda, Kureyş ordusuna katılmış kadınlar ve cariyeler, defler çalıp şarkılar söyleyerek askerlerini cesaretlendirmeye çalışıyorlardı.
Çarpışmaların başlamasından kısa bir süre sonra Müslümanlar, büyük bir üstünlük sağlamışlardı. Hatta onlar, düşman karargâhına kadar ilerlemişlerdi. Bozguna uğrayan Kureyş askeri ve onları harbe teşvik eden kadınlar, dağa doğru kaçmaya başlamışlardı. Adeta savaş sona ermiş, Müslümanlar zaferi kazanmıştı. Ne var ki, kaçan düşmanı takip etmek gerekirken Müslüman askerlerden bazıları, düşmanın savaş alanında bıraktığı mal ve eşyaları toplamaya başladılar. Savaşı tamamıyla kazanmış gibi bir havaya girdiler.
O sırada Ayneyn Geçidi’ni tutan elli okçu da, arkadaşlarının ganimet topladıklarını görmüşlerdi. Görevlerinin son bulduğunu sanan bazıları, "Biz niye duruyoruz? Nasıl olsa harp kazanıldı. Biz de düşmanı kovalayan arkadaşlarımıza katılalım." diyerek yerlerini terk etmeye başladılar. Peygamberimiz'in kendilerine verdiği kesin emri unuttular. Komutanları Abdullah'ın tüm ısrarlarına rağmen, kritik mevzilerini bıraktılar. Abdullah, geçitte sadece yedi arkadaşıyla kalmıştı.[10]
Düşman süvarilerinin komutanı usta savaşçı Halid b. Velid, savaşın başından beri, İslâm ordusunun arka tarafına geçebilmek için fırsat kollamaktaydı. Birkaç defa söz konusu geçide taarruzda bulunmuş ancak okçular tarafından geri püskürtülmüştü. Okçuların Ayneyn Geçidi’ni terk ettikleri sırada, harp henüz sona ermemişti. Halid, okçuların yerlerinden ayrıldıklarını görünce tekrar saldırıya geçti. Geçitten ayrılmayan Abdullah ve yedi arkadaşını şehit ettikten sonra, İslâm ordusunun arka tarafına geçmeyi başardı. O esnada ganimet toplamaya dalan Müslüman askerlere saldırdı. Beklemedikleri bu durum karşısında Müslümanlar, Halid ve askerlerine karşı koymaya çalıştılar. Ancak o sırada kaçmakta olan müşrikler de durumu öğrenmişlerdi. Yeniden toplanıp harp vaziyeti aldılar ve "Ya le'l-Uzzâ, Ya lel-Hübel" diye bağırarak geriye döndüler. Yeniden başlayan çarpışmalar, harbin seyrini tersine döndürmüştü.[11]
İki taraftan kuşatılan Müslümanlar, paniğe kapıldılar. Bazıları kaçışmaya başladı. Rasûlullah ise yanında kalan az sayıdaki arkadaşı ile savaşa devam etti. O sırada kaçışanları yanına çağırıyor, şöyle diyordu:
"Ey Allah'ın kulları, bana geliniz, Ey Allah'ın kulları bana geliniz. Her kim dönüp gelirse cenneti hak eder."[12]
Cenab-ı Allah, Kur'ân-ı Kerim'de, bu anı şöyle tasvir etmiştir:
"Peygamber arkanızdan sizi çağırırken siz boyuna düşmandan uzaklaşıyor, hiç kimseye dönüp bakmıyordunuz. Bundan dolayı Allah, size gam üstüne gam verdi ki ne elinizden gidene ne de başınıza gelene üzülmeyesiniz. Allah, yaptıklarınızı duymaktadır. "[13]
Bu panik sırasında, müşriklerden biri, Peygamberimiz'e benzettiği sancaktar Mus'ab b. Umeyr'i öldürmüş ve ardından yüksek sesle peygamberi öldürdüğünü söylemeye başlamıştı. Böyle bir şayiânın yayılması Müslümanların ümitsizliğini iyice artırdı. Onların çoğu ne yapacaklarını şaşırmış bir haldeydi. Bazıları etrafa kaçışırken bir kısmı da “Rasûlullah öldükten sonra, yaşamanın ne anlamı olur" diyerek kahramanca çarpışmaya devam etti. Rasûlullah ise yanında bulunan az sayıdaki sahâbi tarafından, canla başla korunuyordu. Bu sahabiler, onu korumak için düşmanın kılıç ve oklarına vücutlarını siper ediyorlardı.
Bu sırada Peygamberimiz, büyük tehlikelerle yüz yüze geldi. Dudağı yarıldı, dişi kırıldı ve alnından yaralandı. Kırılan miğferinin iki parçası yanağına battı. Düşman tarafından tuzak olarak hazırlanmış bir çukura düştü. Kendisini koruyan arkadaşları da çok sayıda yaralar almışlardı.
Bu hengâmede Mâlik oğlu Ka'b, Peygamberimiz'i gördü ve gür sesiyle, Müslümanlara onun sağ olduğunu müjdeledi. Onun öldürüldüğü haberi, müşrikleri savaştan bekledikleri neticeye ulaşmış havasına büründürmüştü. Ka'b'ın, kendisinin sağ olduğunu söylemeye başladığı sırada Peygamberimiz, ona susmasını söylediyse de,[14] Ka'b'ın sesini duyan Müslümanlar, kendilerine gelerek Peygamberimizin etrafında toplanmaya başladılar. Peygamberimiz, yeniden etrafında toplanan askerlerini, Uhud dağının bir yamacına çıkardı. Onlar, sığındıkları bu yamaçtan, üzerlerine gelen müşriklere ok ve taş atarak kendilerine yaklaştırmadılar ve savaş bu şekilde sona erdi. Müslümanlar çarpışmalar anında 70 şehit vermişlerdi. Müşriklerden öldürülenlerin sayısı ise 23 idi.
Müslümanların dağın bir yamacında kendilerini savundukları sırada boşalan savaş alanına dalan müşrik kadınlar, şehitlerin cesetlerine işkence etmeye başladılar. Şehitlerin kulak ve burunlarını kesip boyunlarına gerdanlık yapıyorlardı. Ebû Süfyân'ın karısı Hind, savaşta kiralık katil Vahşi tarafından şehit edilen Hz. Hamza'nın göğsünü yarıp ciğerlerini çıkardı ve ağzında çiğneyip attı.
Peygamberimiz ashâbıyla dağın yamacına sığınmış bekliyordu. O sırada yanlarına yaklaşan Ebû Süfyân, Rasûlullah’ın sağ olup olmadığını sordu. Sağ olduğunu öğrenince:
"Harp nöbetledir, bugün Bedir Savaşı’nın intikamını aldık" dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer, Rasûlullah'ın şu sözlerini, ona aktardı: "Evet ama biz yine sizinle eşit değiliz çünkü bizim şehitlerimiz cennette, sizin ölüleriniz ise cehennemdedir."[15]
Karşılıklı konuşma bittikten sonra Ebû Süfyân oradan ayrılırken "Gelecek yıl Bedir'de buluşalım." demişti. Peygamber Efendimiz de arkadaşlarından birine, bu teklifi kabul ettiklerini söylemesini emretti. Böylece iki taraf arasında yeni bir savaşın kararı da alınmış oldu.
Rasûlullah (s.a.v.), bir süre sonra Ebû Süfyân'ın arkasından Hz. Ali'yi göndererek, düşman ordusunun durumunu gözetlemesini istedi. O sırada ona şunları söylemişti:
"Kureyş ordusunun durumunu gözetle, askerlerin ne yaptıklarına bak. Eğer develere binip atları yedeklerine alıyorlarsa Mekke'ye gidecekler demektir. Şayet atlara biniyorlarsa Medine'ye taarruz edeceklerdir. Allah'a andolsun ki, taarruz etmeyi düşünüyorlarsa muhakkak onlarla sonuna kadar savaşacağım."[16]
Yaptırdığı bu tahkikat neticesinde Kureyş ordusunun savaşı bırakıp Mekke'ye doğru gittiğini öğrenen Peygamberimiz, savaş alanına inerek Uhud şehitlerini defnettirdi. Daha sonra Medine'ye doğru hareket etti.
Görüldüğü gibi Uhud Savaşı, üç safha geçirmişti. Birinci safhada Müslümanlar büyük bir üstünlük elde etmişlerdi. Onlardan bazılarının düşmanı takip etmek yerine dünya malına meyledip ganimet toplamaya koyulmaları, Peygamberimizin kesin talimatını unutan okçuların da onlara katılması, bu zaferi bozguna çevirdi. Bu safhada Müslümanlar büyük bir sıkıntıya düştüler. Üçüncü safhada ise Rasûlullah'ın sağ olduğunu öğrenen Müslümanlar, yeniden derlenip toparlanarak onun etrafında sarp bir yamaca sığındılar, üzerlerine saldıran düşman askerlerini attıkları ok ve taşlarla geri püskürttüler.
Hz. Âişe başta olmak üzere Uhud savaşına bazı Müslüman kadınlar da katılmışlardı. Bu kadınlar, yaralıları tedavi ettiler ve onlara su taşıdılar. İçlerinden bizzat savaşa iştirak edip çarpışanlar da vardı. Nitekim savaşın en kritik anlarında Peygamberimiz'in yanından ayrılmayan ve canla başla onu koruyan çok az sayıdaki kahramandan biri, Ümmü Umâre adındaki kadın sahâbi idi. Kocası ve oğulları ile birlikte Peygamberimiz’in yanından hiç ayrılmamıştı.
Savaşın ikinci safhasının başında Peygamberimiz'in öldürüldüğüne dair çıkan şayia, Medine'de de duyulmuştu. Bu haber üzerine Hz. Fatıma bir grup kadınla Uhud'a koştu. Kocası Hz. Ali'nin yardımıyla, Rasûlullah'ı bulup yaralarını sardı. Yaralıları tedavi etmek, su taşımak gibi geri hizmetleri görmek üzere ilk olarak Uhud Savaşı’nda orduya katılan Müslüman kadınlar, daha sonraki harplerde de aynı maksatla cepheye gittiler.
Mü'minler için büyük bir imtihan olan Uhud Savaşı hakkında siyer ilminin imamı kabul edilen büyük alim İbn İshak'ın yorumu şöyledir:
"Uhud savaşı aynı zamanda bir deneme, bir musibet ve bir imtihandır. Allah, bu savaşta müminleri denemiş, gerçekte kâfir oldukları halde dilleriyle Müslüman olduklarını söyleyen münafıkları imtihan etmiş, kendi dostlarından şehadet mertebesine ulaştırmak istediklerine de ikramda bulunmuştur."[17]
Bu gazve Kur'ân-ı Kerim'de geniş olarak anlatılmıştır. Âl-i İmrân sûresinin 60 ayeti, bu hâdiseyi konu almaktadır. Uhud Savaşı, münafıkların içyüzünü sergilemesi bakımından da dikkat çekicidir. Bu savaşta yaşanan ibret alınması gereken durumları vurgulayan âyetlerden birkaç tanesinin tercümesi şöyledir:
"Öyleyse ey mü'minler gevşemeyin ve üzülmeyin. Eğer gerçek mü'minler iseniz, en üstün olan sizlersiniz. Eğer siz bir yara almışsanız, aynı yarayı düşmanlarınız olan o topluluk da almıştı. Biz bu günleri, insanlar arasında evirip çeviririz ki, Allah iman edenleri bilsin ve içinizden şehitler alsın ve şahitler tutsun. Allah, zulmedenleri sevmez. Ve Allah, iman edenleri arındırsın, kafirleri mahvetsin! Yoksa Allah içinizden cihad edenleri belirtmeden ve sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi sandınız?"[18]
"Allah elbette size verdiği sözü tuttu; O'nun izniyle düşmanlarınızı yok etmek üzereydiniz. Ne var ki, Allah arzuladığınız zaferi size gösterdikten sonra gevşediniz, (Peygamberin verdiği) emir konusunda anlaşmazlığa düştünüz ve itaatsizlik ettiniz. Dünyayı isteyeniniz de vardı, âhireti isteyeniniz de. Sonra Allah, sizi sınamak için sizi düşmanınızı yenmekten alıkoydu. Ve and olsun sizi bağışladı. "[19]
"Başınıza bir bela gelince -siz, onun iki katını (Bedir de) onların başlarına getirmiş olduğunuz halde yine- bu nereden başımıza geldi dediniz. De ki: O bela kendinizdendir. Şüphesiz Allah, her şeye kadirdir.
İki topluluğun karşılaştığı gün sizin başınıza gelen, ancak Allah'ın izniyle olmuştur ki. O inananları bilsin, deneyip ortaya çıkarsın. Ve ikiyüzlülük yapanları ortaya çıkarsın. Onlara: Allah yolunda savaşın ya da savunun dendiği halde, eğer savaş olacağını bilseydik, sizinle gelirdik dediler. Onlar, o gün, imandan çok küfre yakın idiler. Ağızlarıyla kalplerinde olmayanı söylüyorlar. Hâlbuki Allah içlerinde sakladıklarını çok iyi bilmektedir.
Savaştan geri kalıp, oturarak kardeşleri için 'Bizim sözümüzü tutsalardı, öldürülmezlerdi' diyenlere söyle. Eğer doğru iseniz o halde ölümü kendinizden savın!"[20]
[1] İbn Hişâm, II, 60; İbn Sa'd, II, 37.
[2] İbn Sa'd, II, 37.
[3] İbnü’l-Esir, II, 149 vd.; İbn Kesîr, es-Sîre,III, 32
[4] İbn Sa'd, II, 37
[5] İbn Kesîr, es-Sîre, III, 22. Bu arada Peygamberimiz, görmüş olduğu bir rüyayı ashâbına anlattı. Rüyasında kılıcında bir gedik açıldığını, yanında bir sığır boğazlandığını, elini üzerindeki sağlam bir zırhın içinde muhafaza ettiğini görmüşü. Kılıcında açılan gediği, Ehl-i Beytinden birinin öleceği; sığırın boğazlanmasını ashabından bazılarının şehit olacağı; elini sağlam bir zırhın içinde muhafaza edişini de Medine şehri ile te’vil etmişti. Bkz. İbn Hişâm, II, 62; İbn Sa’d, II, 38
[6] İbn Hişâm, II, 63; İbn Sa’d, II, 38
[7] İbn Sa'd, II, 38
[8] İbn Hişâm, II, 64
[9] İbn Hişam, II, 66; İbn Sa'd, II, 40; İbnü'l Esir, II, 252.
[10] İbn Sa'd, II, 41; İbnü'l Esîr, II, 253
[11] İbn Sa'd, II, 42
[12] Tecrid-i Sarîh Terceme ve Şerhi, X, 198.
[13] Âl-i İmrân sûresi, 3/153.
[14] İbn Hişâm, II, 83; İbn Sa'd, II, 46
[15] İbn Hişâm, II, 94; İbnü'l Esir, II, 260.
[16] İbn Hişâm, II, 94; İbnü'l Esir, II, 260.
[17] İbn Hişâm, II, 105
[18] Âl-i İmrân sûresi, 3/139-142.
[19] Âl-i İmrân sûresi, 3/152.
[20] Âl-i İmrân sûresi, 3/165-168.
Yeni yorum ekle