Add new comment

ÇİÇEK DEĞİLİZ, İNSANIZ!

 

   Yasemin…

   Orta gelirli bir ailenin okumuş ve kendini geliştirmiş kızı. Bilgili, görgülü, neşeli, becerikli. Namazını kılar, orucunu tutar, Kuran’ını okur. Hayalleri var Yasemin’in. İnsanlığa hizmet edecek, yardım kuruluşlarında gönüllü çalışacak, kitap okuma gruplarında rehber olacak, yakın birkaç arkadaşı ile birlikte kendi ofisini açacak. Kendisi gibi kültürlü, dini bütün bir gençle yuva kurmak da var hayalleri arasında.

   Çevredeki erkek annelerinin de hayalleri var tabi. “Bizim oğlana iyi bir kız bulsak da başını bağlasak. Kız onu adam eder belki.”

   Evet, o kız Yasemin. Aracılar, ziyaretler, gidip gelmeler… “Namaz kılıyor mu?” diye soruyor Yasemin.  “Eskiden kılardı, şimdi işleri yoğun ama evlenince kılar.” “Kitap okumayı sever mi?” diye soruyor Yasemin. “İşten fırsat bulsa okur ama evlenince sen ona da okutursun.”

   Oğlanı görüyor, eli yüzü düzgün. Hayatı boyunca hiçbir erkeğe o gözle bakmamış ki Yasemin, beğeniyor işte oğlanı. İlk görüştüğü kişi ile evlenmeyi kurmuş hep, olsun bu iş diyor. Oğlan da uyanık, nereden bulsun Yasemin gibisini. Köprüyü geçelim de… diyor. Gerekirse namaz kılıp bir iki kitap bile okuyor. Dostlar alışverişte görüyor yani, en çok da Yasemin.

   Nikâh kıyılıyor. İnsanlara faydalı olmayı, vatana hayırlı evlatlar yetiştirmeyi, diplomasının hakkını vermeyi, bereketli sofraları ve muhabbetli bir yuvayı hayal eden Yasemin; oğlanı adam edemiyor.

   Televizyon karşısından kalkmayan, cumadan cumaya alnı belki secde gören, kitap deyince yüzünü buruşturan, bitmeyen halı saha maçları ve geç saatlere kadar uzayan arkadaş toplantıları ile bir yığın hayal kırıklığı oluyor Yasemin’e kalan.

   Derdini birine anlatacak olsa “Aman kızım” diyorlar,  “Evine bakıyor ya, daha ne olsun. İçkisi yok, kumarı yok. Erkek adam bu, olur öyle.”

   “Doğru.” diyor Yasemin de. Bir yandan yapraklarını döküp bir yandan konuşuyor kendisiyle: “Oturup sohbet edemiyoruz, beni anlamıyor, hatrımı saymıyor, gönlümü etmiyor, namazı abdesti yok; ama içkisi kumarı da yok ve eve ekmek getiriyor.  Bunu bulamayan nice kadın var.”

   Hocalar vaazlarında, kitaplarında, yayınlarında hep aynı şeyi söylüyor. Yasemin de aklını başına alıyor. Evinde oturması cihat, kocasını hoş etmesi ibadet, sabretmesi cennetin anahtarı. Daha ne istiyor! Yaprakları dökülmeye devam ediyor.

   Yasemin işte böyle böyle soluyor. Kitaplığının rafları yavaş yavaş boşalıyor. Bin bir hayalle aldığı diplomasını sandığa kaldırıyor. Arkadaş meclislerinden usulca çekiliyor. “Böyle olmak zorunda mı?” diyor bazen içinden cılız bir ses. Ama diğer sesler onu bastırıyor: “Ailene nasıl açıklayacaksın? Millete ne diyeceksin? Babanın yüzünü yere mi eğeceksin? Beni anlamıyor diye insan boşanır mı? Yediğin önünde, yemediğin ardında...”

   Bir gün yolda arkadaşıyla karşılaşıyor Yasemin. Ayaküstü biraz muhabbet. Birlikte yapmak istedikleri şeyleri onsuz yapmış. Anlatıyor heyecanla, ofise davet ediyor. Ayrılırken de “Solgun görünüyorsun Yasemin, çok yoruluyorsun galiba, kendine dikkat et.” diyor. Son yaprağı da böylece düşüyor Yasemin’in. Işıksız, susuz, bakımsız, kuru bir dala dönüyor…

 

   Lale…

   Yoksulluk içinde geçen çocukluk yılları, ailesine yük olduğu hissettirilen ergenlik yılları ve güzelliği sanki bir suçmuş gibi yüzüne vurulan gençlik yılları…

   Okumak istiyor Lale, “Oğlanları ancak okutuyoruz. Bir de senin okuma masrafını çekemeyiz. Ortaokul diploması neyine yetmiyor?” diyor ailesi. Ablaları ve diğer kız kardeşleri gibi kaşık düşmanı Lale de. Bir de okumak istiyor. Olacak iş değil!            Olmuyor... Hem çok güzel Lale. Başlarına iş açar, namus belası sarar. Tez elden evlendirilmesi onun için en hayırlısı.

   Ve zengince bir akraba talip oluyor Lale’ye. Evi var, arabası var, kendi işi var. Talih kuşunu boş çevirmiyor babası. “Verdim gitti.” diyor.

   Düğün dernek kurulup herkes dağıldıktan sonra baş başa kalıyor Lale, madde bağımlısı kocasıyla. Evlenip çoluk çocuğa karışsın bırakır, diyerek saklamış ailesi. Ama kocası saklamıyor. Baba parasıyla aldığı evi, arabayı satıp işini batırana kadar devam ediyor. Lale mi? O yalvarıyor, ağlıyor; doktor buluyor, çare arıyor. Kayınpederine gidiyor, bir iki nasihat dinleyip dönüyor. Babasına gidiyor, “Dön.” dese dönecek ama o “Sabret kızım.” diyor.

   Lale ne yapsın? Diploma yok, meslek yok, sahip çıkan bir aile yok. “Dul damgası yemeyeyim, kızımın başında babası olsun en azından.” diyor. Küfüre, hakarete, dayağa dayanıyor. Akşam televizyonda koca vahşeti haberini izliyor, bir yaprağını döküyor. Kızı fotoğraf albümünü getirip, “Anne ne kadar güzel bir gelinmişsin!” diyor, bir yaprağını daha döküyor. İlkokul öğretmenine rastlıyor, “Çok başarılı bir öğrenciydin sen Lale, hangi bölümü okuyorsun?” diye soruyor, bir yaprağını daha döküyor.

   Zaten kaç yaprağı var ki… Hâkimin “Şuuru yerinde değilmiş.” diyerek 5-10 yıla layık gördüğü madde bağımlısı kocasının elinde son yaprağı da kıpkırmızı soluyor Lale’nin…

   Nergis…

   Baba sevgisi görmüyor. Abi şefkati tatmıyor. Annenin verdiği güven duygusu bir yere kadar yetiyor ama büyüyüp serpildiğinde, bir güç istiyor hayatında. Korusun, sahiplensin, destek olsun.

   Evde varlığı ile yokluğu ayırt edilmezken, bir gün parkta göz kırpıyor bir oğlan. Korkup hemen eve gidiyor Nergis. Biraz utanıyor biraz da gönlü okşanıyor. Aynaya bakıp kendine gülümsüyor. İlk defa biri ona güzelliğini hissettirdi.

   Ertesi gün yine aynı oğlan, “Konuşalım mı?” diye işaret yapıyor uzaktan. Nergis şaşkın. İlk defa onu dinlemek isteyen, karşısına alıp anlatmak isteyen biri var.

   Sonraki günlerde “Dondurma yiyelim, sinemaya gidelim…” derken Nergis’in ayakları yerden kesiliyor. Çünkü varlığını hisseden ve ona hissettiren biri var hayatında. Oğlan nedir, necidir, kaç kıza aynısını yapmıştır, kaç paralık adamdır… Aklının ucundan bile geçmiyor Nergis’in. Seviyor işte. Hayatına karışıyor; giydiğine, gezdiğine. Arada sinirlenip masaya yumruğunu vuruyor, sahipleniyor Nergis’i. Daha ne!

   Evde Nergis’in halini sorup, hatrını sayan yok. Bir de üstüne oğlanla görüştüğünü öğrenip döven baba ve abi. Neyi beklesin Nergis? Kaçıyor oğlana. Ona sorsan aşkının peşinden gidiyor ama aslında peşinden sürüklendiği felaketi Nergis’in.

  Dayaktan kaçıp dayağa, hakaretten kaçıp hakarete sığınıyor. Rakı sofrası toplayıp, sigara parası kazanıyor. Başka kadınların varlığına tahammül edip, çocuğunu büyütmeye çalışıyor. Canına tak dediği yerde kapısını çalıyor baba evinin ama “Bunu sen istedin!” diye yüzüne çarpıyorlar.

   Her ‘keşke’ dediğinde bir yaprağını döküyor Nergis. Her morlukta, her sargıda, her kırıkta, her yarada... Solmak istemiyor. Başka yere kök salıp kurtulayım diye düşünüyor. Ama çiçek olmanın kaderi işte, kokusu Nergis’i ele veriyor.

   “Mahalleye genç ve yalnız bir kadın taşınmış.” kokusu sarıyor her yanı. Kocasının burnu da bu kokuyu aldığında düşüyor toprağa Nergis’in son yaprağı, evladının gözleri önünde…

***

   Yaşarken ölen, sormadan evlendirilen ve yanlış karara itilen üç kadın… Sayısız kadından yalnızca üçünün hikâyesi.

   Benim, senin, onun yargılarımız ile oluşan toplum normları, din diye bilinen gelenekler ve gelenek zannedilen cinayetler bu hikâyelerin fâili.

   Emanet edildiysek, kıymetli olduğumuz için. Aciz olduğumuz için değil!

   Erkekten sonra yaratıldıysak, yoldaş olduğumuz için. Hizmetçi olduğumuz için değil!

   Cennet ayaklarımızın altındaysa, Yaratan layık gördüğü için. XY kromozomu sayesinde değil!

   İsmimiz Yasemin, Nergis, Lale ise zarif olduğumuz için. İstendiğinde koklanıp istendiğinde koparılmak için değil!

   Çiçek değiliz! İnsanız!

Image CAPTCHA
Enter the characters shown in the image.