3 yıl önceydi! Mekke’de 16 yaşında bir yetim ile karşılaşmıştık. Aslında oğlumun okuldan arkadaşıydı o yetim. Otelimiz Ebu Kubeys tepesinin arkasındaki boş, kayalık alana bakıyordu.
Çocukların bugünkü gibi çikolataya, şekere, gazoza kolay ulaşamadığı günlerdi… En büyük lüksümüz dedelerimizden, ninelerimizden kopardığımız kuruşlarla bakkaldan aldığımız horoz şekerleriydi.
Devran devranlığını, kul kulluğunu yaptı ve aradan yıllar geçti. Selçuklunun güneşi sarardı. Moğollara tabi olmayı ve onlara vergi vermeyi kabul ettiler.
Geri dönenler Kayı aşiretinin oldukça büyük bir bölümüydü. Ertuğrul’la kalmayı tercih edenler ise azdan da az. Eli silah tutan dört yüz erkek ve onların aileleri. Ertuğrul’sa daha çok küçük.
Zamanın, mekânın ve insanların birbirine girdiği bir hercümerç… Kuzeyden gelen bir kavim, adeta çekirge sürüsü gibi Ortadoğu’daki bütün İslam ülkelerini istila ediyor…
Efendimizin bugün bize ulaşabilmiş iki hırkası var. Biri yaygın ismi ile Hırka-i Şerif ki Veysel Karani’ye bıraktığı hırkasıdır. Diğeri ise Topkapı Sarayı’nda bulunan Hırka-i Saadet’tir. Hırka-i Şerif şu anda Fatih’te kendi adı ile anılan camide Ramazan ayında ziyarete açılmaktadır.
Çocukluğum Anadolu’nun küçücük kasabalarında geçti. Hatta o kasabalardan biri Söğüt’tü. Babam devlet memuru olduğu için küçücük kasabaların küçücük köylerine de davet edildik zaman zaman.
Hani müminlerin evlerine paldır küldür girilemeyen günlerimiz vardı bizim.
Önce bir kanatlı kapının tokmağını çalardınız. Sonra, izin verilirse avluya geçerdiniz. Evin arka ve yan taraflarını çevreleyen yazlık veya kışlık bahçelerden birine de geçtikten sonra asıl görüşme mekânına alınırdınız.