İki Dünyanın Eşiğinde – III
Müjde
Devran devranlığını, kul kulluğunu yaptı ve aradan yıllar geçti. Selçuklunun güneşi sarardı. Moğollara tabi olmayı ve onlara vergi vermeyi kabul ettiler. Yavaş yavaş sınırlardaki gazilerde bulundukları topraklarda beyliklerini kurmaya başladılar.
Bu arada Ertuğrul Gazi’nin etrafında da en namlı yiğitler toplandılar. Hacının hacıyı Mekke’de, dervişin dervişi tekkede bulması misali, yiğitlerde yiğidi Söğüt’te gelip buldular. Her biri ayrı bir değer olanAkçakoca, Aykut, Alp, Konur Alp, Samsa Çavuş gibi yiğitler Osmanlının temelinde harcı olan değerlerdir. Ve belki de Ertuğrul Gazi’den oğlu Osman Gazi’ye kalan en değerli miras… Herkesin ikbal peşinde koştuğu günlerde onlar Anadolu Selçuklusuna bağlılığı devam ettirdiler. İşte o günlerden birinde Ertuğrul Gazi, Allah’ın zahid kullarından birinin evine misafir olur. O gece rüyasında evindeki ocağında bir kazan suyun kaynamakta olduğunu görür. Su öyle kaynar ve çoğalır ki ocağından taşar, büyük bir derya haline gelir. Neredeyse adeta bütün yeryüzüne yayılır. Uyandığında rüyayı ariflerden bir arife anlatır. O da derki “kısa bir zaman sonra bir oğlun olacak. Oğlun ve onun torunları nerdeyse yeryüzünün hemen hemen tamamına hükmedecekler.”
Gerçektende kısa bir zaman sonra Ertuğrul Gazinin eşi Halime Hatun bir oğlan çocuğu dünyaya getirir. Adını Osman koyarlar ama en küçük çocuk olmasından mıdır bilinmez daha çok “Osmancık” diye çağırırlar. Osmancık kimi zaman Kara Osman, kimi zamanda Deli Osman olur. Çünkü yiğitlikle deliliğin aynı anlama geldiği zamanlardır o zamanlar. Babası daha yaşının çok küçük olduğu zamanlarda bile görüşülmesi gereken resmi işler için Konya’ya onu gönderir. Oradaki devlet erkânı da sanki malûm olmuş gibi bu sevimli küçük delikanlıyı “Gel bakalım Osmancık” diye karşılarlar. Daha o zamanlardan Konya Osman’ı, Osman Konya’yı tanır ve bilir.
Yakub’un Yusuf’a duyduğu sevgi neyse Ertuğrul’unda Osman’a duyduğu aynısıdır. Gördüğü rüyadan mıdır, yoksa hayli ilerlemiş yaşında yani merhametinin en doruk noktasında olduğu zamanlarda Osmancık’a kavuşmasından mıdır bilinmez Ertuğrul, Osman’ı bir başka sever. Allah’tan ki ağabeyleri Gündüz ve Savcı Bey’in, Yusuf’un ağabeyleriyle bir benzerlikleri yoktur. Onların bu küçük kardeşlerine duydukları sevgi ve merhamet babalarınınkini geçemese de çok yakındır. Yoksa hangi ağabeyin nefsi en küçük kardeşinden emir almayı, ve ona “Buyur beyim” diye hitap edebilmeyi kaldırır ki?…
Kur’ân’a Hürmet
Yukarıda anlattığımız rüya Ertuğrul’un Osman Gazi üzerine gördüğü ilk ve son rüya değildir. Tarihçiler bir başka rüyadan daha bahsettiler ki bu rüya hiç görülmemiş bile olsa, yazılmış olması, Osmanlının kendisini hangi değerler üzerinde yükselttiğini göstermesi, açısından daha bir anlamlı hale gelir.
Büyük ihtimalle Şeyh Edebali’yi ziyaret ettiği bir gün tekkede misafir ederler Ertuğrul Gazi’yi. Gece kendisine bir oda verilir uyuması için. Odada yüksekçe bir yerde asılı duran Kur’ân-ı Kerim’de vardır. Kur’ân’ın bulunduğu odada ayaklarını uzatıp yatmayı edepsizlik sayan Ertuğrul Gazi, ellerini göbeğine bağlar ve sabaha kadar Kur’ân’ın karşısında ayakta durur. Yorgunluktan dizlerinin üzerine çöktüğü bir anda uykuya dalar, ancak çok kısa bir zaman sonra irkilerek uyanır. Çünkü uykusunda, zifiri karanlıklar içinden sahibi belli olmayan bir ses oldukça kesin ve etkili bir tonla şöyle der : “Mademki sen bizim kelâmımıza bu kadar hürmet ettin öyleyse biz de sen ve senin neslinden gelecek olanlara cihan saltanatını nasip ettik’…”
Kalemi sadece hakaret etmenin derdinde olan bir tarihçi bu olayı kaynak göstererek, Ertuğrul’un o sırada Kur’ân’ı alıp okumamış ve ayakta durmayı tercih etmiş olmasından, onun Kur’ân okumayı bilmediğini dolayısıyla da Müslüman olmadığını, beylik kurarken şartların mecbur kılmasından dolayı Kayıların İslamiyet’e girdiğini yazdı.
Hakaret etmek isteyenler bu olayı tarihe kaynak gösterirken, ilmin deryasına çok fazla dalmış olan bizimkiler de bırakın kaynak olmayı, hikâye olabileceğini yazdılar. Ama ne batının tarihçileri ne de bizimkiler Ertuğrul’un o tekkede ve o şeyhin karşısında ne işi olduğunu, sadece turistik bir gezi amacı ile mi oraya gittiğini hiç sormadılar.
Ertuğrul bu rüyayı ister görsün, ister görmesin altı asır önce bu rüyayı kitaplarına yazan tarihçilerin mesajı çok nettir: Osmanlının temelinde Kur’ân’a duyulan hürmet vardır.
Gün Akşamlıdır
Zaman hükmünü yürütür. Ömrü yollarda, göçlerde, cenklerde, yaylak ve kışlaklar arasında gidip gelmelerde geçen koca Türkmen’in ömür günü akşama ulaşır. Bu kez göç hazırlığı ahiret yolculuğu için kurulur. Yaş çoktan doksanı aşmıştır. Son birkaç yıldır aşiret işlerini tamamen küçük oğlu Osman’a bırakmıştır. Şeyh Edebali’nin dergâhına sık sık gidip geldiği zamanlarda kendisine oğlu Osman’la ilgili bir takım sırlar mı verildi bilinmez, ölümünden az önce 22 yaşına gelmiş koç yiğidini yanına çağırır ve derki:
“Bak Oğul:
Beni kır, Şeyh Edebali’yi kırma.
O bizim boyumuzun (aşiretimizin) ışığıdır.
Terazisi dirhem şaşmaz.
Bana karşı gel, ona karşı gelme!…
Bana karşı gelirsen üzülür, incinirim, ona karşı gelirsen, gözlerim sana bakmaz, baksa da görmez olur.
Sözümüz Edebali için değil, senceğiz içindir.
Bu dediklerimi vasiyetim say!...”
Tarih bir kahramanları yazar birde onların karşısındaki zavallıları. Dünyaya bir gölge gibi gelip, dünyadan bir gölge gibi sessiz ayrılan garipleri ise ancak satır aralarında yakalarsınız. Çoğu zaman bu şansınızda yoktur. Tarih Ertuğrul Gazi’yi öldüğü anda unuttu. tam bir asır ondan hiç bahsetmedi. Osmanlı doğdu, büyüdü. Ocaktan taşan sular yeryüzüne yayıldığında insanlar bu devletin köklerini merak ettiler. Osmanlının şeceresini araştıran tarihçiler nihayet sözlü kültürümüz sayesinde Ertuğrul Gazi’nin adını buldular. Ondan bahseden ilk tarihçi, onun ölümünden 120 yıl sonra kitabına adını yazdı. Bu yüzden onun yaşadıkları hep hikâyeler rivayetlerle karıştı gitti.
Yeryüzünde vefa kelimesinin en çok yakıştığı topluluklardan biride Karakeçili Aşireti bize göre. Çünkü tarihin unuttuğunu sadece onlar unutmadı. Kayı boyunun bir alt birimi olan Karakeçili aşireti, Ertuğrul Gazi’nin içinden çıktığı aşiret aynı zamanda. Onlar gazi dedelerini hiç unutmadılar. Öldüğü zamanın senesi geldiğinde, dağda bayırda, ovada, kırda ne kadar Karakeçili aşireti mensubu varsa Söğüt’ün doğusunda yüksek bir düzlük olan “Dua Tepesinde” toplandılar. Ellerinde sancakları, üzerlerinde orijinal Türkmen kıyafetleri dedelerinin türbesine geldiler. Atlarının üzerinde, son derece büyük bir hürmet ifadesi ile gazi dedelerinin kabrinin etrafında üç kez döndüler. Sonra yanlarında getirdikleri kurbanları kestiler. O kurbanların etleriyle yapılan pilavı, oraya gelen herkesle birlikte yedikten sonra dedeleri için Kur’ân okudular, dua ettiler. Ardından da güreş tuttular, cirit oynadılar. Onlar bunu tam 700 yıl boyunca hiç bıkmadan, hiç usanmadan yaptılar ve yapıyorlar. Nihayet birileri bu işe el attı da bu gelenek “Ertuğrul Gazi’yi anma ve Söğüt şenlikleri” adı altında resmileşti. Şimdi her Eylül ayında Söğüt dolup dolup boşalmakta. Acaba Gazi dedemizle Karakeçili aşireti gibi kan akrabalığı değil de gönül akrabalığı bulunan bu günkü torunlarının ömürlerinde bir kere Eylül ayının 2. Pazar günü yolları Söğüt’ten yana düşer mi?