“Kızım Fâtıma Bile Olsa !…”
Hiçbir şey yoktu.
Sadece O vardı.
Yaratmayı diledi.
“Ol!” dedi,
Âlemler oluverdi.
Zâtı gibi isimleri de ezelî idi.
Âlemler esmâsının tecelligâhı oldu.
O “es-Samed”di, biz işittik.
O “el-Vedûd”du, biz sevdik.
O “el-Basîr”di, biz gördük.
O “el-Alîm”di, biz bildik.
O “el-Mümin”di, biz bu yüzden inandık.
Ve O aynı zamanda “el-Adl”di.
Yani âlemin özünde adaletsizlik hiç olmadı. Zira O’nun ez-Zâlim diye bir ismi yoktu ki… Sırrı insanca anlaşılamasa da her şey bir ahenk içinde ve adaletle yaratıldı. Bu yüzden Âdem (as) gibi İbrahim (as) de âdildi. Süleyman (as) gibi Muhammed (as) de âdil…
Üstelik daha bebekliğinde Halime’nin tek göğsünü emip diğerini kardeşine bıraktığı günlere kadar gitti, O’nun adaletinin hatırası[1]… Cezayı uygularken müsamaha göstermesi istendiğinde “Kızım Fâtıma bile olsa…” dedi. [2]
Âlemlerin hazinesi, istese ayaklarına serilebilirdi. Ama o ablukadaki ashâbı ile karnına taş bağlarken de âdildi.Ukkâşe’ye “İşte sırtım!” derken de…
Bedir esirleri arasında olan amcası Abbas, ellerindeki bağın sıkılığı sebebiyle inliyordu. Amcası ile birlikte O’nun da acı çektiğini gören ashâb, Abbas’ın ellerini çözdü. Bunun üzerine Efendimiz “Diğer esirlerin de bağlarını çözün!”buyurdu. İşte o zaman da âdildi.
Cebrâil Bedir’deki gölgeliğe gelip: “Ya Resûlallah ashabın güneşin altında savaşıyorlar.” dediğinde[3] gölgeliği terk eden O can âdildi ama “Kalk ya Ubeyde! Kalk ya Hamza! Kalk ya Ali! ” derken kelimeler utandı acziyetinden… Günlerce “Allah’ım şu bir avuç can da helak olursa yeryüzünde sana ibadet edecek tek bir kul kalmayacak.”dedikten sonra savaş meydanına gönderdiği ilk kişiler, amcası ve iki amcaoğluydu.
Ömer o “ayna”dan yansıyan “el-adl” nurlarını öyle bir yuttu ki “Fırat kıyısında bir kurt…” ifadesi, tam 1400 yıldır tarihin koridorlarında çınlayıp duruyor. Bu yüzden Ali, onun, kendisinden sonra gelenleri çok büyük bir vebal altında bıraktığını söylemişti. Öyle ya bundan sonra hiçbir idarecinin “Ya Rabbi! O bir peygamberdi, ben bir insan olarak ancak bu kadarına güç yetirebildim.” gibi bir savunması asla olamayacaktı. Ömer bütün Müslüman idareciler için kocaman bir bahane engeli idi. Hatırını sormaya gelen dostuna “Bir dakika!” dedikten sonra beytülmâl’e ait mumu söndürmüş, şahsına ait mumu yakmış ve “Hoş geldin!” demişti.
Biz tarihte o kadar çok insan-ı kâmil modeli anlatmıştık ki nesillerimize, benzer durumda kaldıklarında, nasıl davranacaklarını bilmişlerdi.
el-Misâl:
Hz. Ömer, Mescid-i Nebevî’yi genişletmek istediğinde Hz. Abbas’ın evi problem olur. İstimlâk çalışmaları başladığında Hz. Ömer, ondan ya evi satmasını ya da hibe etmesini ister. İki teklifi de kabul edilmeyince “Birini yapacaksın. İlle de bu evi senden alacağım.” der. Hz. Abbas, Übeyy b. Ka’b’ın aralarında hakemlik yapmasını ister. Gidilir… Übeyy, Hz. Ömer’e onu razı etmeden evinden çıkaramayacağını söyler. “Bunu Allah’ın Kitâbı’ndan mı, Resûlullah’ın sünnetinden mi çıkarıyorsun?” sorusuna “Resûlullah’ın sünnetinden.” diye cevap verir ve şöyle bir hadis aktarır: “Dâvûd oğlu Süleyman Beytülmakdis’in imarı esnasında, duvarlarından hangisini yaptırsa yıkılıyordu. Bunun üzerine Cenab-ı Hakk ona ‘Sen mülk sahibini razı etmedikçe mescidi tamamlaman imkânsızdır.’ diye vahyeder.”[4]
Gün gelir, Niğbolu zaferinin hatırasına, şükür nişanesi olarak Ulu Camii’yi yaptırmaya karar veren Sultan Yıldırım da yaşlı bir nineciğin inadında çaresiz kalır. Parayı pulu elinin tersi ile iten ninecik, ahir ömrünü fakirhanesinde tamamlayıp gözünü orada kapamak için inatlaşır. Bir türlü inşaata başlanamaz. Olay Emir Sultan’ın dahli ile çözülür. Ancak ninecik kendi rızası ile değil, rüyasında yaşadığı büyük bir korku sebebi ile arsasını camiye bağışladığı için evin yeri, secde edilen alana dâhil edilmez. Kim bilir belki de orada namaz kılanların feyzinin eksik olabileceğini düşünürler [5]… İşte derler ki Ulu Camii’nin içindeki şadırvan – havuz, nineciğin arsasının yeridir[6]ve inanın bana, bu rivayetin 600 seneyi aşıp bugüne gelmesi veya zihinlerimizde uyandırdığı şu pırıltılı tebessüm, küçücük de olsa, bu olayın hiç yaşanmamış olma ihtimalinin yanında muhteşem bir heybetle durur.
Bu kez, hâkim Zeyd bin Sabit…
Davacı, Übeyy bin Ka’b…
Davalı, Hz. Ömer…
Zeyd bin Sabit’in halifeye başköşeyi göstermesi, daha ilk aşamada her şeyi yıkar. “Bu yaptığın ilk adaletsizliktir.” der Hz. Ömer. Mahkemeden çıkarken söylediği cümle ise tarihin zaman tünelinin taş duvarlarında yankılanır hâlâ:“Zeyd, Ömer’i ile Müslümanlardan en güçsüz kimseyle eşit tutmadıkça ona dava götürülmeyecektir.”[7]
Gel de şimdi Hızır Çelebi ile Fatih’i hatırlama…
Örnekler, bu iklimde öylesine zerrelere işlenmiştir ki, hayretler içerisinde kalmaktayız: Hızır Çelebi gelip tam karşısında bağdaş kuran hükümdara, “Muradoğlu Mehmed, kalkın ve sizi dava edenle birlikte aynı yerde ayakta durun!”diye gürler rivayette.[8]
Biz “Bu mahkemenin şeriyye sicil kayıtları nerededir?” gibi akademik çekincelerin peşinde değiliz. Tam tersine bir milletin, genetik hafızasında böyle bir olayın nesilden nesile taşınmasındaki derin manaların, sosyoloji ve eğitim psikolojisi açısından anlamlarının derdindeyiz.
Evet, bu kez davacı bir Rum usta…
Dava edilen cihan padişahı Fatih Sultan Mehmet…
Kadı ise Hızır Çelebi…
Mahkeme sonucunda Fatih suçlu bulunur ve kısas hükmü ile elinin kesilmesi cezası verilir. Ancak Rum usta, bu hükmün kendi mağduriyetini gidermeyeceğini belirterek cezanın diyete çevrilmesini ister. Öyle de olur. Hızır Çelebi, tarihi iyi okumuştur, o yüzden mahkemede Fatih’i ayakta durdurtur. Ama Fatih de iyi okumuştur. Zira mahkemeden çıkarken “Eğer ‘padişahım’ diye iltimas geçseydin senin başını uçuracaktım.” der. İnsan hem iyi tarih okumuş hem de Nasrettin hoca gibi bir feylesofun torunu olunca böyle bir tehdit o kişi için sinek vızıltısı gibi gelir: “Hünkârım, siz de ‘ben padişahım’ diye verilen cezayı kabul etmeseydiniz (oturduğu minderin ucunu kaldırarak) şu hançerle bizzat cezayı ben uygulayacaktım.”[9] der.
Bugünlerde yolunuz Üsküdar’a düşerse, sırtınızı denize dönün. Doğancılar’a çıkan yokuşa doğru yürüyün. Sağdan üçüncü sokağa geldiğinizde onun “Eski Mahkeme” sokağı olarak adlandırıldığını göreceksiniz. Girin o sokağa… Soldaki kırmızı boyalı, kesme taştan klasik Osmanlı üslubundaki bina, bahsettiğimiz olayın geçtiği yerdir. Gerçi bir dönem kuaför, bir dönem terzi olarak “hiç” muamelesi görmüşse de şimdi restore edilmiş, bakımlı haliyle ziyaretçilerini bekliyor.
Aynı hükümdar, kendi yaptırdığı Sahn-ı Semân medreselerinde bir oda (kürsi) istediğinde (Bugünkü anlamda bir tür fahrî doktorluk, doçentlik makamı talebidir.) “Hünkârım, burada oda sahibi olan âlimler hangi usullerle alındıysa, sizi de ancak o usulle kabul edebiliriz.” cevabı ile karşılaşır. Usûl ise açıktır: Sınava girecek ve başarı gösterecektir. O da öyle yapar.
Örnekleri çoğaltmak o kadar kolay ki… Sadece Kanuni veya Yavuz ayrı bir makale konusudur bu hususta.
Topkapı Sarayı’nın en yüksek yeri neresidir?[10] Bir düşünün… Hükümdarın bulunduğu odaların tavanından sarkan o “top askı”nın[11] manasını çözün! İlle de Deâvi Kasrı’nı[12] bir hayal edin! İşte o zaman Osmanlı’da adalet ve âdil idarecinin neden satırlara sığmayacağını anlarsınız.
Bu yüzden biz birinci ve sonuncu hükümdarlardan birer örnekle bitirelim.
Karacahisar alınınca, zengin bir tüccar Osman Gazi’ye gelir. Belli bir ücret karşılığında pazarın vergi gelirini kendisine satmasını ister. Bu teklife şaşıran Osman Gazi:
-Senin bu pazara gelenlerden alacağın mı var ki para istersin?
-Hânım, bu kanundur; bütün memleketlerde vardır.
-Tanrı mı buyurdu, yoksa beyler kendileri mi yaptı bu kanunu?
-Töredir, eskiden beri öyledir.
-Bir kişinin kazandığı başkasının olur mu? Kendi malı olur. Ben onun malına ne koydum ki bana akçe ver diyeyim? Bre kişi! Var, git! Artık bana bu sözü söyleme ki sana ziyanım dokunur.
Ulema güç bela Osman Gazi’yi ikna eder. Pazarda güvenliği sağlama, esnafın mallarını koruma karşılığında alınması gerekli bir vergi olduğunu belirtirler. Cevap Osmanlıca gelir:
-Mademki böyle diyorsunuz öyleyse pazara bir yük getirip satan iki akçe versin, satamayan bir şey vermesin.”[13]
Ve son padişah…
İtilaf devletleri donanması İstanbul’a girmiş…
Boğaz’da demirleyecek başka yer yokmuş gibi tam Dolmabahçe Sarayı’nın önüne demir atmışlar. Üstelik toplarını da Saray’dan yana çevirip, atışa hazır hale getirmişler. Durumu gören zâbitler, yâverler Sultan’a gelip canının tehlikede olduğunu, güvenliğinin sağlanabilmesi için acilen kendisini başka bir yere nakletmeleri gerektiğini söylerler. Sultan bu teklifi reddeder ve der ki: “Benim vatanımın en ücra köşesindeki vatandaşım da aynı tehlike altındayken…”
[1] Süheylî, 2/104.
[2] Buhârî, Enbiyâ, 54; Müslim, Hudûd, 8-9.
[3] İbnü’l Esir, Üsdü’l Gâbe 5/166.
[4] Kandehlevî, Hayatü’s-Sahâbe, II,190.
[5] Taşköprülüzade M. Kemalüddin, Tuhfetü’l Ahbâb, 33.
[6] Prof. Hüseyin Algül, Emir Sultan, s. 21.
[7] İbn-i Sa’d, Tabakât, III, 297.
[8]Evliya Çelebi Millet Kütüphanesi Emiri Koleksiyonu, Yazma nüsha, c.1, 36.shf.
[9]Abdurrahman Âdil, Hadisât-ı Hukukiyye, 12. Cüz, s.185.
[10] Gölgesi, bugünkü Bakanlar Kurulu’na benzetilebilecek olan Divân-ı Hümâyûn’un haftalık toplantılarını yaptığı Kubbe Altı’nın üzerine düşen 45 m. yüksekliğindeki Adalet Kasrı.
[11] Tavandan sarkan uzun bir zincirin ucundaki küreye verilen isimdir ki sembolik anlamının dışında hiçbir fonksiyonu yoktur. Zincir adaleti, küre dünyayı sembolize eder. Ve Osmanlı padişahı, o kürenin, âdil bir idareci olduğu sürece, kendisine bağlı olduğunu, dünyayı adaletle yönetmesi gerektiğini bilir.
[12] Deâvi Kasrı: Topkapı Sarayı’nın 1.avlusundaki bir bina idi. Günümüze ulaşamadı. Divân-ı Hümayûn’un toplandığı günler, görevli bir BAKAN buraya gelerek, halkın dilek ve şikâyetlerini bizzat vatandaştan kendisi dinler ve Divan’a iletirdi.
[13] Âşıkpaşaoğlu Tarihi, 15. Bâb.