Adı: Abdullah. Cahiliyye döneminde Abdulkâbe olan ismini, Müslüman olduktan sonra Resûlullah’ın tavsiyesiyle Abdullah olarak değiştirmişti.
Annesi Selma binti Sahr, hamileyken çocuğu erkek doğar ve yaşarsa onu Kâbe’ye adayacağını herkese ilan etmişti. Çünkü daha evvel doğan erkek çocuklarının hepsi ölmüş, bir türlü erkek çocuğa sahip olamamıştı. Ellerini açtı ve “Allah’ım! Bu çocuk ölümden hayata Senin bağışladığın biricik yavrum olsun. Onu bana bağışla.” diye dua etti.[1]Doğan erkek çocuk yaşıyordu ve onun adını “Abdulkâbe” (Kâbe’nin kulu) koymak istediğinde eşi buna itiraz etmedi. Çünkü Beytullah’ın Ebrehe’nin ordusundan kurtuluşunun üzerinden henüz üç yıl geçmişti. Olup bitenler olanca dehşetiyle zihinlerde canlılığını korumaktaydı. Ebû Bekir’in ailesi de oğullarını Kâbe’ye adamak suretiyle Rablerine olan şükür borçlarını ifa etmek istiyorlardı.
Fakat Resûlullah, âdeta parmağa değil onun gösterdiğine dikkatleri çekerek kulluğun mekândan ziyade mekânların Rabbi olan Allah’a yapılması gerektiğine işaret ediyordu. Bu sebeple Hz. Ebû Bekir’in Abdulkâbe (Kâbe’nin kulu) olan ismini, Abdullah (Allah’ın kulu) olarak değiştirmişti.
Kabilesi: Teymoğulları.
Nesebi: Abdullah bin Osman bin Amir bin Amr bin Ka’b bin Sa’d bin Teym bin Mürre bin Ka’b’dır.
Soyu: Mürre b. Kâ’b'da Resûlullah’la birleşir.
Künyesi: Ebû Bekir.
Bekir isimli bir çocuğu olmadığı halde kendisine niçin bu künyenin verildiği konusunda farklı rivayetler bulunmaktadır. Bekir kelimesi bünyesinde, acele etmek, öne geçmek, yağmurun ilk damlası, bir şeyin ilki, namaza ilk vaktinde yetişmek, insanın ilk çocuğu, ağacın ilk meyvesi, verimli toprak gibi anlamları barındırmaktadır. Barındırdığı anlamların hemen hepsinde “ilk olma” özelliği göze çarpmaktadır. Hayatını incelediğimizde göreceğiz ki bu isim Hz. Ebû Bekir’in hayatının tek kelime ile özeti: İlk iman edenler arasında yer alması, yapılacak hayırlarda ilk öne atılanlardan olması, ilk halife oluşu…
Lakabı: Sıddık (çok samimi, çok sadık, doğru sözlü).
Resûlullah (sas)’ın söylediklerini tasdik etmede, -özellikle de İsrâ gecesinin sabahında- herkesten önce davrandığı için Cebrail’in ifadesinin ardından Resûlullah tarafından Sıddık lâkabı verilmiştir.
Servetini Allah yolunda harcayıp eski elbiseler giydiği için Zü’l-hilâl; Allah korkusu, O’na yönelişindeki derinlik ve çok merhametli olduğu için Evvah[2] lâkaplarıyla da anılmıştır.
Atîk (güzel, soylu, eski, azat edilmiş) olarak hitap edildiği de rivayetler arasındadır. Bu künye, diğer kardeşleri gibi ölmeyip ölümden azat edilmiş olması ve nesebindeki asalet sebebiyle verilmiştir. Leyl sûresinin 17. âyetinde geçen “etka” fiili, “atik” kelimesi ile aynı köktendir. Mekke döneminde nazil olan Leyl sûresinin de nüzul sebebinin Hz. Ebû Bekir’in cömertliği olduğu rivayet edilmektedir. Muhtemeldir ki Allah Resûlü, şu sözleri bu âyetin inzalinin ardından söylemiştir: Bezzar ve Taberani, Abdullah bin Zübeyr (ra)’den şu şekilde rivayet etmişlerdir:
Hz. Peygamber (as), Hz. Ebû Bekir (ra)’e bakarak: “İşte bu, Allah’ın cehennemden azat ettiği (Atîkullah)’dir.”[2]buyurmuştur.
İlk iman edenlerden. Annesi Ümmü’l-Hayr Selma binti Sahr da ilk yıllarda iman edenler arasında sayılıyor. Bedir savaşına kadar müşrik kalan oğlu Abdurrahman dışında bütün ailesi Müslüman olmuştur.
Aşere-i mübeşşereden.
“Etkâ” (En çok korunan). (92 Leyl 17)
“…mağarada bulunan iki kişiden biri…” ( 9 Tevbe 40)
Yâr-ı gâr. (mağara dostu, can yoldaşı)
Peygamber’in veziri.
İlk halife: Halifetu Resûlillah.
Câmiu’l Kur’ân. (Hilafeti döneminde Kur’ân-ı Kerim’i cem etmiştir.)
Bu isim ve unvanlar, Hz. Ebû Bekir’in hayatını âdeta özetleyerek gözümüzün önüne sermektedir. Hayretler içerisinde kalıyoruz. Bir ömre bu kadar güzel iş nasıl sığdırılabilmiş? Saygıyla onun da iman ettiği Rabbe boyun eğerek dua ediyoruz: “Ey kalpleri inkılâp eden Allah’ım! Bizim kalplerimizi de kulun Ebû Bekir’inki gibi dinin üzere sabit kıl.”(Âmin)
İslâm Öncesi Hayatı
Hz. Ebû Bekir Fil olayından yaklaşık üç yıl kadar sonra Mekke’de dünyaya gelmişti (ö. 13/634). Hz. Peygamber’den üç yaş kadar küçüktü.
Cahiliyye döneminde Kureyş eşrafındandı. Kureyş toplumu içerisinde güvenilir ve dürüst biri olarak tanınırdı. Mekke’de, “esnak” diye bilinen kan diyeti ve kefalet ödemesi işlerinin yürütülmesinden sorumluydu.
Hz. Ebû Bekir aynı zamanda Kureyş’te nesep (soy bilim) ve ahbar (tarih) bilgisiyle meşhur olmuştu. Tarihçi İbni Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye adlı eserinde şöyle diyor: ”Ebû Bekir Kureyş’in soyunu en iyi bilendi. Bu soyda bulunan hayır veya her ne varsa hepsine vakıftı. Kabahatleri görmemezlikten gelen, hoşgörülü, güzel ahlak sahibi ve iyilikseverdi. Kureyş ileri gelenleri onu ziyaret eder, derin bilgileri, piyasa tecrübesi ve güzel arkadaşlığı sebebiyle çeşitli konularda kendisine danışırlardı.”
Kumaş ve elbise ticaretiyle iştigal ediyordu. Suriye ve Yemen’e ticaret kervanıyla seyahat ettiği bilinmektedir. Sermayesi kırk bin dirheme ulaşmıştı[4] ki o zaman için bu iyi bir meblağ idi. Müslüman olduktan sonra kazancını İslâm için harcamış, kendisi de sade bir hayatı tercih etmişti.
Cahiliyye döneminde çok yaygın olduğu halde içki içmemişti. Ebû Naim, Hz. Âişe’den şöyle naklediyor: “Babam (Ebû Bekir) cahiliyet devrinde de içkiyi kendine haram sayardı.”[5] Hz. Ebû Bekir’e cahiliye döneminde içki içip içmediği sorulduğunda: “Hâşâ! Ben namusunu korur, insanlığın şerefini tanır bir adamım. İçki içen bunları kaybeder.”[6] cevabını vermişti. Resûl-i Ekrem bu sözleri duyunca “Ebû Bekir’in dediği doğrudur.” demişti.
Hz. Ebû Bekir putlara hiç tapmamıştı. Müslüman olmadan evvel de Hz. Peygamber gibi hakikati araştıranlardandı. Aksi halde putperestliğin o muhitte yaydığı ahlaki gevşeklik ona da sirayet eder, onun da ahlaki seviyesini alçaltırdı. Hâlbuki Hz. Ebû Bekir’in cahiliyet devrinde, mümtaz bir mevki sahibi olduğunda hiç şüphe yoktur.
Kur’ân-ı Kerim’in âyetleri henüz nazil olmamıştı. Fakat o, özüne inzal olan âyetleri okuyordu.
Zifiri Karanlıkta Işığı Ararken…
Çocukluğundan itibaren Hz. Ebû Bekir ile Hz. Peygamber arasında kuvvetli bir bağ vardı. Ümmü Seleme (ra)’nın buyurduğu gibi “ikiz kardeş gibiydiler.”[7] Hz. Ebû Bekir Peygamberimizin eminliğine, doğruluğuna ve güzel ahlakına şahitti. İkisi de cahiliye kültürüne karşıydılar. Resûlullah ile sık sık bir araya gelip toplumun inancını sorgular, Allah’ın birliği üzerine tefekkür eder, ticaret konusunda istişarede bulunurlardı.
Bir rivayete göre Hz. Ebû Bekir, Hz. Peygamberin ilk davet günlerinde Mekke’de bulunmuyordu. Ticaret maksadıyla Yemen’e gitmişti. Döndüğünde niyeti bozuk Mekke’nin ileri gelenleri, Hz. Ebû Bekir’e yeni durumu haber vermekte gecikmediler. Hz. Ebû Bekir, kendisine anlatılanların hakikatini anlamak için kıymetli dostuna koştu:
“Ya Eba’l- Kâsım! Duyduklarım doğru mu?” diye sordu. Hz. Peygamber ne duyduğunu sorunca: “Sen, insanları Allah’a davet ediyor ve kendinin de Allah’ın elçisi olduğunu söylüyormuşsun.” dedi. Sorarken âdeta ses tonuyla duyduklarının doğru olması için dua ediyordu. Artık sıkıntılarının, soru işaretlerinin bitmesini istiyordu. Zifiri karanlıkta, nereye gideceğini bilmez bir halde dolaşırken Hz. Musa gibi aydınlanmak ve aydınlatmak için ışık arıyor ve ışığın işaretlerini görüyordu âdeta:
“Hani Musa, ailesine şöyle demişti: Gerçekten ben bir ateş gördüm. (Gidip) size oradan bir haber getireceğim yahut bir ateş parçası getireceğim, umarım ki ısınırsınız!” (27 Neml 7)
Can dostu, ona aradığı ışığın kendisinde olduğunu söyleyince sevinci ikiye katlandı. Hz. Ebû Bekir’in aklından, dostunun sözlerinin doğruluğunu araştırmak gibi bir düşünce geçmedi bile. Hemen oracıkta iman ediverdi. “Eşhedu en lâ ilâhe illallah ve eşhedu enne Muhammeden abduhu ve Resûluh.”
Çünkü Hz. Ebû Bekir, hakikati kabul edebilecek temiz bir kalbe sahipti. Fıtratındaki safiyeti muhafaza ettiği için özündeki hakikat, dostu Muhammed’in getirdiği hakikat ile tanışıyordu. Kaynaşmaları ise hiç de zor olmadı. Resûlullah’ın buyurduğu gibi:
“İslâmiyet’e davet ettiğim herkes, ona karşı ağırdan davrandı, tereddüt etti ve düşündü. Ancak Ebû Bekir’dir ki İslâmiyet’i kendisine arz ve teklif ettiğim zaman, kabulde hiç gecikmedi ve tereddüde de düşmedi.”[8] Hiç kimsenin Müslüman oluşu, Peygamberimiz (as)’i, Hz. Ebû Bekir’in Müslüman oluşuna sevindirdiği kadar sevindirmemişti.[9]
İlklerin Babası
Aklıselim hangi insan, yaratan, terbiye eden, her yönüyle varlığını kendisine borçlu olduğu Allah yerine; cansız, ruhsuz, kendisine dahi faydası olmayan taşları ilah edinir? Temiz kalp sahibi hangi insan, hürriyet yerine köleliği tercih eder?
İlk vahiy geldiğinde eşi Hz. Hatice’ye “Bana kim inanır ki?” diyen Resûlullah’ın artık sığınacak emin bir limanı, saklanacak bir mağarası, uyuyacak bir dizi, ağlayacak bir omzu vardı. Artık dünyaya meydan okuyacak iki yürek vardı. Rabbi, risaletin daha ilk dakikalarında Kendisini yâr edinenleri destekleyeceğini göstererek Resûlullah’ın yüreğine umut tohumlarını ekiyordu. Allah’ın ektiği tohumun yeşerip meyveye durmaması ise düşünülemezdi.
Hz. Ebû Bekir, yaşadığı toplumu çok iyi tanıyordu. İman ettiği bu dinin, toplumdaki mevcut düzeni altüst edeceğini biliyordu. Dostuyla birlikte zulmün yerine adaletin; menfaatin yerine hakkın hâkim olacağını ilan ettiklerinde Mekkelilerin kendilerini alkışlamayacaklarını tahmin edebilecek bir ferasete sahipti. Atılacak taşlara karşı ilk olmanın zorluklarını tahmin edebiliyordu. Fakat o Ebû Bekir’di. İlklerin babası… Çünkü iman etmekle dostuna verilen emri kendi üzerine aldı. Ona ilklerin olmadığı yerde, ilklerden olması emredilmişti:
“Bana Müslümanların ilki olmam emrolundu.” (39 Zümer 12)
Allah’a doğru giden kervanda ilk olmak… Kapanan yolları açmak… Elleriyle taşları kaldırmak… Dikenlerden temizlemek… Kralın çıplak olduğunu haykırmak… Taarruzun en güçlü olduğu an göğsünü siper etmek… Dünyanın düz olduğunu iddia edenlere, yuvarlak olduğunu söylemek…
Önde gitmek birçok sorumluluğu da beraberinde getiriyor:
“Rablerine olan saygıdan dolayı kötülükten sakınanlar; Rablerinin âyetlerine inananlar; Rablerine ortak tanımayanlar ve Rablerine dönecekleri için yapmakta oldukları işleri kalpleri çarparak yapanlar. İşte bunlar; hayırlarda sürat yarışı yaparlar ve onlar hayır yapmak için öne geçenlerdir.” (23 Müminun 57-61)
Kolay değildi ama hayırda ilk olmak ecirde de ilk olmayı beraberinde getiriyor: “(İslâm dinine girme hususunda) öne geçen ilk Muhacir ve Ensar ile onlara güzellikle tabi olanlar var ya, işte Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. Allah onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük kurtuluştur.” (9 Tevbe 100)
Sözümüzün sonu dua olsun her daim:
“Ve onlar ki: ‘Ey Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takva sahiplerine önder kıl’ derler.” ( 25 Furkan 74) (Âmin).
İlgili Yazılar:
Sıcakta Gölge, Soğukta Sütre: Hz. Ebû Bekir – II
Sıcakta Gölge, Soğukta Sütre: Hz. Ebû Bekir – III
[1] İbn Hacer, el-İsâbe, 4/171.
[2] İbn Sa’d Tabakâtu’l-Kübra, 3/170.
[3] Tirmizî, “Menâkıb”, 16.
[4] İbn Ebî Şeybe, Musannef, 7/12.
[5] İmam Suyutî’,Tarih’ül-Hulefa.
[6] Ebû Cafer et-Taberî, er-Riyadü’n-Nadıra, 2/146.
[7] Halid Muhammed Ve Cae Ebû Bekir,30.
[8] İbn İshak, Kitâbu’l-Mübtedâ ve’l-Meb’a, 3/120, Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve, 2/164, İbn Esîr, Usdu’l-Gâbe, 3/310-311.
[9] İbn Esîr, a.g.e., 3/ 313; Ebû Cafer et-Taberî, a.g.e., 1/71; Ebû’l-Fidâ, el-Bidâye, 3/ 30.
Yeni yorum ekle