عَنْ مَسْرُوقٍ قَالَ: قَالَتْ عَائِشَةُ رَضِىَ الله عنها صَنَعَ النَّبِىّ صلى الله عليه وسلم شَيْئًا تَرَخَّصَ وَتَنَزَّهَ عَنْهُ قَوْمٌ ، فَبَلَغَ ذَلِكَ النَّبِىَّ صلى الله عليه وسلم فَحَمِدَ اللَّهَ ثمَّ قَالَ : مَا بَالُ أَقْوَامٍ يَتَنَزَّهُونَ عَنِ الشَّىْءِ أَصْنَعُهُ ، فَوَاللَّهِ إِنِّى أَعْلَمُهُمْ بِاللَّهِ ، وَأَشَدُّهُمْ لَهُ خَشْيَةً
Âişe radıyallahu anha demiştir ki: Nebî sallallahu aleyhi ve sellem bir şey yaptı ve onun yapılmasına ruhsat verdi. Fakat bir grup Müslüman onu işlemekten (hoşlanmadı ve) uzak durdu. Onların bu halleri Nebî sallallahu aleyhi ve sellem'e ulaştı. Bunun üzerine Allah'a hamd ettikten sonra şöyle buyurdu:
“Bazılarına ne oluyor ki, benim bizzat işlediğim (ve yapılmasına ruhsat verdiğim) bir şeyi işlemekten (hoşlanmıyor ve) çekiniyorlar. Allah'a yemin ederim ki, ben Allah'ı onlardan daha iyi bilir ve Allah'a karşı onlardan çok daha fazla haşyet duyarım.”[1]
Ümmet bütünlüğüne yönelik dış tehditlere paralel olarak değişik düşünce ve mihraklar adına, İslâm'ın özüne ilişkin bazı tavır alışlar uzunca bir süreden beri Müslümanların ve memleketin gündeminde tutulmaya çalışılmaktadır. Edille-i şer'iyye dediğimiz Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyas sorgulanmakta, özellikle de “örnek” ve “beyân “ niteliği ile diğer delillere ışık tutan “sünnet” üzerinde bu sorgulama yoğunlaştırılmakta, hadisler hiç bir usule, dayanmaksızın keyfe ma yeşa reddedilmekte, dinî konularda her türlü görüş ve yoruma yer açmaya çalışılmaktadır. Kimileri Hz. Peygamber'i dışlayıp adeta peygamber olmaya kalkışırken, kimileri de Peygamber'den de ileride Müslümanlık arayışları içine girmektedir.
Oysa biz, her Müslüman’ın ya da “Müslümanım” diyen herkesin Hz. Ömer gibi, “Biz rabb olarak Allah'tan, din olarak İslâm'dan, Peygamber olarak da Muhammed'den razıyız”[2] ikrarı ve uygulaması içinde olması gerektiğini düşünmekteyiz. Bunun dışında bir kurtuluş yolu bulunduğuna da inanmıyoruz. Bu sebeple burada Hz. Peygamber'in algılanışı ya da onun müstesna konumu üzerinde yine onun (hadisimizdeki) ikaz ve irşatları doğrultusunda durmak istiyoruz.
Tebliğ ve beyân
Bilindiği gibi Hz. Peygamber'in iki temel görevi vardır: Tebliğ ve Beyân.
Tebliğ: Allah Teâlâ'dan vahiy yoluyla aldıklarını aynen insanlara nakletmek, duyurmak demektir. Konu ile ilgili bir ayet meâli şöyledir:
“Ey peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et; eğer bunu yapmazsan elçilik görevini yapmamış olursun, Allah seni insanlardan korur.”[3]
Beyân ise; tebliğin anlaşılmasını sağlamaktır. Buna, amelî konularda icra biçimlerinin bi'l-fiil gösterilmesi ve ümmete öğretilmesi de dâhildir. Zaten bütün çeşitleriyle sünnet (kavlî, fiilî, takriri) budur, buradan kaynaklanmaktadır.
O halde beyân (ya da sünnet), dinin, bizzat mübelliği tarafından yaşanması ve tatbiki; hususiyetlerinin kesin hatlarıyla belirlenmesi ve uygulamada mümkün olan şekillerin gösterilmesi demektir. Ümmet hayatının birlik ve bütünlüğünün temel şartı da budur.
Peygamber Örneği
Müslümanların kulluk görevlerini en mükemmel, yani emredilen şekilde yapmaları hem en önemli vazifeleri hem de en tabiî haklarıdır. Müslümanlar bu hak ve görevlerini Hz. Peygamber’i izlemekle kullanabilirler.
Hz. Peygamber’i izleme zorunluluğu ümmet olmanın ilk ve temel gereğidir. Çünkü hiç bir ümmet veya kişi, kendiliğinden din ortaya koyamadığı gibi, ibadet görevi ve şekli de tespit ve tayin edemez.
İslâm ümmetinin dini ve dünyayı değerlendirmede tek ve gerçek önderi peygamberidir. Özellikle dinin yorum ve yaşanmasında Hz. Peygamber'in izinden uzaklaştırıcı hiç bir görüş, teklif ve tasarı ciddiye alınamaz. Ümmet için, olsa olsa, Hz. Peygamber'in çeşitli uygulama biçimlerinden -şâyet varsa- birini tercih imkânı olabilir.
Ümmet, günlük hayatta su içişinden devletlerarası ilişkilere kadar, her sahada Peygamber'in hayatından örnekler ve izler aramakla en geçerli ve en gerekli yolu tutmuş ve ümmet olmanın bu yöndeki yükümlülüğünü yerine getirmiş olacaktır. Aksi halde kendisine gösterilen bâtıl yollar giderek artacak; ümmet, özelliklerini ve manevi kişiliğiyle birlikte maddi imkân, iktidar ve itibarını da kaybetme tehlikesiyle baş başa kalacaktır.
Sünneti Terk Edenler
Ümmet olmanın gereklerini bizzat Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem kendisi ashâb ve ümmetine öğretmiştir. Ashâb-ı Kirâm'ın hareketlerini sıkı bir kontrol altında bulundurmuş, kendisine mahsus mükellefiyetler hariç, hiçbir gerekçe ile kendi yaşayış çizgisi dışına taşmalarına göz yummamıştır. Amellerini az bularak, devamlı oruç tutmak, geceleri uyumadan ibadetle meşgul olmak ve kadınlarıyla temas etmemek gibi zoraki ve aşırı birtakım tedbirlere başvurmayı kararlaştıran ve bu hareketlerine takva duygularını, ibadet düşkünlüklerini veya günahlarının çokluğunu gerekçe yapmak isteyen birkaç sahâbîyi haber alınca: “Sizin içinizde Allah'tan en çok korkanınız benim. Ama ben oruç tutarım, iftar da ederim. Geceleri ibadet ederim ama uyurum da. Kadınlarımla da görüşürüm. Kim benim sünnetimden yüz çevirir, yaşayışımın dışına taşarsa o benden değildir, benim yolumu terk etmiştir.”[4] sözleriyle onları herkese örnek olacak şekilde ikaz ve irşad etmiş, dini sünnet çerçevesinde yaşamanın gereğine işaret buyurmuştur.
Benzer bir olayı biraz kapalı şekilde bize nakleden Hz. Aişe Validemiz Hz. Peygamber’in çok dikkat çekici bir uyarısını daha bize haber vermektedir: “Bazılarına ne oluyor ki, benim işlediğimi işlemekten çekiniyorlar!”
Hadisimizin Müslim'deki bir rivâyetinde bu ikaz: “benim ruhsat verdiğim bir işi”; bir başka rivâyetinde de “bana ruhsat verilmiş bir işi” diye başlamakta ve Rasûlullah'ın, yüzünden belli olacak şekilde kızdığı da ayrıca kaydedilmektedir.
Hemen işaret edelim ki, bu üç ifade bir arada değerlendirilecek olursa, Sünnet'in vahiy kaynaklı olduğu anlaşılacaktır. Zira Hz. Peygamber’in bir işi işlemesi veya işlenmesine ruhsat vermesi, kendisine tanınan ruhsat ve yetki sonucudur. Onun kendiliğinden ortaya koyduğu bir tasarruf değildir.
Hz. Peygamber'in hadisimizde yer alan bu beyanlarının anlamını şârih Aynî şöyle açıklamaktadır: “Onlar benim yaptığım bazı işlerden çekinmelerini Allah katında kendileri için daha faziletli sanıyorlar. Hâlbuki hiç de öyle değildir. Çünkü faziletli olanı ben daha iyi bilirim ve onu işlemekte de onlardan önde gelirim.”
Bu uyarı, bir yandan Hz. Peygamber'in konumunu gerçek boyutlarıyla ortaya koyarken bir yandan da -hangi düşünce adına olursa olsun- Hz. Peygamber'den ileri bir dindarlık imkânının bulunmadığını çok açık bir şekilde gözler önüne sermektedir. Ulemamız, bu hadîs-i şerîfi değerlendirirken fevkalâde önemli sonuçlara ulaşmışlardır. Meselâ onlardan biri, “Şâriin ruhsat verdiği bir şeyden kaçınmak, büyük günahlardandır. Zira bunda kendi nefsini Peygamber’den daha muttaki görme yanlışı vardır ve bu ise, bir ilhaddır.” derken bir başkası da (İbnu't-Tin) “Böyle bir düşünce ve inanç (yani kendini Peygamber’den daha muttaki görme), hiç kuşkusuz tam bir ilhad ve küfürdür.” diye kanaat belirtmektedir.[5]
Her şeyi ilahî iradeye uygun ve en mâkul şekil ve muhtevada yaşamış ve ümmetine göstermiş olan, ümmetinin güçlüğe uğraması kendisine çok ağır gelen[6], en güzel örnek[7], şefkat ve re'fet sahibi[8] Hz. Peygamber'in, kendi yaşayış biçiminin dışına çıkılmasına karşı gösterdiği bu ciddi ve kesin tutumunun anlamını idrak ettiğimiz gün; takibi gerekli yegâne “iz”i bulmuş olmanın mutluluğunu duyacak ve sünnetin; peygamberî neşe ve feyzine doyacağız. Aksi halde sevgili Peygamberimizin “bazılarına ne oluyor ki?” sitem ve uyarısının muhatapları olacağız. Oysa Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in sünnetini kabullenmek ve yaşamaya çalışmak, Allah Teâlâ tarafından Müslümanlara verilmiş bir görevdir, ilgili iki ayet meâli şöyledir:
“Allah'a ve Rasûlü’ne itaat edin; eğer yüz çevirirseniz, gerçekten Allah kafirleri sevmez.”[9]
“Rabbine andolsun ki aralarında çekiştikleri meselelerde seni hakem tayin edip sonra senin verdiğin hükmü sıkıntı duymaksızın içlerine sindirmedikçe inanmış olmazlar.”[10]
İslâm'da Kur'ân'dan sonra ikinci şer’î delîl olan sünnet; İslâm'ı anlama ve yaşamada Ümmet-i Muhammed'in güvencesi, yegâne örneği ve tek yoludur. Bu sebepledir ki ne takva gerekçesiyle ne de ihmal ve tembellik neticesinde sünnet dışında yaşamaya kalkışmak, ümmet olmakla bağdaşmaz. Zira “Peygamber, mü'minler için öz nefislerinden daha önde gelir.”[11] Onun hayatı, sözleri, tavsiyeleri, tebşir ve sakındırmaları kendisine karşı duyulan sevgiye dayalı olarak, ümmet hayatında büyük bir hüsn-i kabul görecektir. Bu hüsn-i kabul, ona ait her şey için geçerli ve gerekli olurken, O'na düşmanlık edenleri, dil uzatmaya yeltenenleri cevaplamak, bid'at ve bid'atçılarla mücadele etmek ve hâsılı onun hayat ve hadisleri (siret ve sünneti)nin toplum içinde hâkim ve örnek olmasını temine çalışmak Peygamber'e bağlılığın asgari gerekleri arasında yer almaktadır. Binaenaleyh bir kere daha hatırlatalım ki, Peygamberi dışlayarak Müslüman olunamayacağı gibi onun sünnetine rağmen veya sünneti dikkate almadan da Müslüman olunamaz. Hadisimizin ikaz ve irşadı, gerekçesi ne olursa olsun, sünnetten yan çizen herkese yöneliktir. Sorusu ise, hiç kuşkusuz, bu tür bir düşünce ve eğilimi sahiplenenlere yöneliktir ve oldukça düşündürücüdür: “Bazılarına ne oluyor ki!”
Sünnet, Hz. Peygamber’in ortaya koyduğu hayat modeli, İslâm'ın pratik örneği iken, onu mü'minler için örnek olmaktan çıkarmaya, din için delil olmaktan uzak tutmaya çalışan düşünce ve beyanlar, Peygamber’e rağmen veya Peygambersiz bir Müslümanlık hayalinin ürünleridir. Hâlbuki Muhammedsiz bir İslâm düşünmek hiç bir akl-ı selîmin kârı değildir.
Şevketini, izzetini, manasını, dünyasını, ukbâsını Hz. Muhammed'in nurlu yolu sünnette bulan, İslâm'ı sünnetteki yorumuyla kavrayan ve elinden geldiğince de onu bu çerçevede yaşamaya çalışan Müslümanlar kendilerini, gerçekten Sünnet’e ne ölçüde bağlı kalabildikleri noktasından değerlendirmelidirler. Hz. Peygamber’i yegâne önder olarak gündeme hâkim kılmak, ancak böylece gerçekleşebilecektir.
Hükümler
Netice olarak hadisimizde, bir yandan Rasûlullah'a uymak, sünnetini yaşamak teşvik edilirken diğer taraftan dini anlamakta ve yaşamakta kendilerine göre yollar tutmaya kalkanlara dini maksatlarla kızılabileceğine, şahısların olmasa bile, yanlışların kamuoyunda teşhir edilmek suretiyle düzeltilmesi gereğine işaret olunmakta, böyle bir uygulamanın bizatihi “sünnet” olduğu belirlenmektedir. Bilhassa cemaat önderlerine, ulemaya bu konuda çok ciddi görev ve sorumluluklar düştüğü hatırlatılmaktadır. Ayrıca Allah'a yakın olmanın, O'nu iyi bilmeye ve O'ndan çokça korkmaya sebep olduğu da vurgulanmaktadır. Zira Peygamber Efendimiz, Allah'ı herkesten daha iyi bildiğini ve O'ndan, herkesten çok daha fazla korktuğunu beyan etmişlerdir.
Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âl-i Muhammed
***
Yeni yorum ekle