Efendimizin bugün bize ulaşabilmiş iki hırkası var. Biri yaygın ismi ile Hırka-i Şerif ki Veysel Karani’ye bıraktığı hırkasıdır. Diğeri ise Topkapı Sarayı’nda bulunan Hırka-i Saadet’tir. Hırka-i Şerif şu anda Fatih’te kendi adı ile anılan camide Ramazan ayında ziyarete açılmaktadır.
Hırka-i Saadet’in ise son seksen yedi yıldır sadece sandukasını görebilmekteyiz. (2007’deki çıkartılan özel bir izinle on beş gün gibi çok kısa bir süre için Türk-İslâm Eserleri Müzesi’nde sergilenmesi hariç.)
Düne kadar özellikle İstanbullu ninelerimizin bazılarının çeyiz sandıklarında Dest-i Mal denen bir mendil çeşidi vardı ki bu o hanıma gıpta edilmesi için yeterli bir nedendi. Zira dest-i mal, Hırka-i Saadet’e değen, Hırka-i Saadet’i öpen mendil demekti.
İşte bu yazı size o mendillerin evvel zaman içindeki hikayesini anlatmak için kaleme alındı.
Yavuz Sultan Selim döneminde Memluk Seferi sırasında Resûllullah’a ait birçok değerli eşya ile birlikte O’nun şair Ka’b bin Zübeyr’e hediye ettiği hırkası da Topkapı Sarayı’na getirildi. Bir rivayete göre Yavuz kendi kaldığı has odasını terk ederek Resûlullah’ın emanetlerini buraya yerleştirdi. Bildiğimiz gibi aralıksız yirmi dört saat boyunca hafızlar nöbetleşe emanetlerin başında Kur’ân okuyorlardı. Hatta 40. Hafız da Yavuz’un kendisi idi. Yani emanetlerin etrafında yepyeni bir gelenekler bütünü, yeni kültür unsurları oluşturuldu. Her Ramazan ayının 15’inde törenlerle Hırka-i Saadet’in ziyareti de bu unsurlardan bir tanesi oldu.
İşte bu törenlerin en muhteşem anı ziyaretçilerin Hırka-i Saadet’in omzunu öptükleri andı. Bir müminin ömründeki belki de en özel anlardan bir tanesi…
Ziyaretin heyecanı bir gün önceden başlardı. Zira Ramazanın 14. günü devlet adamları, vezirler, kethüdalar, defterdarlar, yeniçeri ağası, şeyhulİslâm tezkirelerle Hırka-i Saadet ziyaretine davet edilirlerdi. Ulema ise bizzat Şeyhulİslâm tarafından ziyaret için çağrılırdı…
Onlar ziyaret için hazırlanadursun aynı günün gecesinde sarayda daha büyük bir heyecan vardı. Yeryüzündeki bütün Müslümanların halifesi ve dahi karalar ile denizlerin sultanı ve Arabistan’ın ve Şam’ın ve Rumeli’nin ve dahi yedi iklim, yedi denizin hâkimi es-Sultan –ibnü’s- Sultan eline temizlik malzemelerini alacak, boynunu edeple bükecek, dilinde salavatlarla bir hizmetçi gibi, temizlik yapacaktı.
Ama ne şerefli bir hizmetçilik…
Has odalılar, çuhadar ve rikaptar ağalar Hırka-i
Saadet dairesinin kapılarını, pencerelerini, duvarlarını silerken yirmi milyon km2 toprağın hâkimi, gümüş kap içerisindeki gülsuyuna batırılmış süngerle Hırka-i Saadet’in şebekelerini bizzat kendisi temizleyecekti.
Temizlikte kullanılan sünger ve bezler atılmayacak saklanacaktı. Temizlik sırasında
çıkan tozlar, ayakların basabileceği bir yere değil, toz kuyusuna konacak ve bu kuyuda bu tozlar biriktirilecekti. Hatta kimi Osmanlı padişahları tabiri caizse çok uyanık çıkacak, bu tozların kabir toprağı olarak kefeninin üstüne konmasını vasiyet edecekti.
Eğer Osmanlı Hükümdarları’na sormak mümkün olsaydı “Topkapı Sarayı’nın kalbi neresidir?” diye herhalde Hırka-i Saadet dairesi derlerdi. Zira cenazeleri dairenin arkasındaki çeşmede yıkanır, kefenlenir, dairenin önündeki genişçe yüksek sette teneşire konurlardı. Önemli törenlere bu dairede kıldığı namazdan sonra çıkardı. Padişah kızlarının nikahları bu dairede kıyılır, tahta çıkma törenlerinin başında da bu daire yer alırdı.
Yine Ramazanın on beşinci gününün sabah namazı da bu dairede cemaatle kılınırdı.
Öğle namazından iki saat önce Enderun Mektebi’nin Has Odalılar koğuşu mensupları Hırka-i Saadet’i sehpasının üzerinden alarak muhteşem işlemelere sahip yastıklar üzerine koyarlardı. Çünkü hırkanın ziyareti öğle namazının kılınmasının ardından yapılıyordu.
Genellikle de bu günün öğlen namazı Ayasofya Camii’nde kılınırdı. Namazın ardından Hırka-i Saadet dairesine gelinir, Padişah dahil, bütün tören boyunca herkes ayakta bulunurdu.
İmam, müezzin ve çavuş ağalar sırayla ve yine ayakta Kur’ân okurlar bu sırada padişah hırkanın konduğu sandukanın yanında, sadrazam sağında, Darussaade ağası solunda dururdu. Kur’ân okunmaya devam edilirken Padişah elindeki altın anahtarla sandukayı açardı. İçinden bir bohça çıkardı ki yedi kat, sırma-inci işlemeli yeşil ipek kadifeden oluşmuştu. Bu yedi kat bohça tek tek padişah tarafından açılırdı. Yedinci bohçada yine altından ikinci bir muhafaza ile karşılaşılırdı. İki kanatlı bir çekmece şeklindeki bu muhafazayı okuyucularımız, şu an piyasada çok satan “Mukaddes Emanetler” isimli eserin ambalajından ha
tırlayacaklardır. Bu çekmecenin altın anahtarı da padişahtadır. Çekmece açıldığında Resûlullah’ın hırkası ile karşılaşılırdı. Önce padişah hırkaya yüzünü gözünü sürer, daha sonra diğer ziyaretçilere müsaade ederdi.
“N’ola tacım gibi başımda götürsem daim
Kadem-i resmini ol şah-ı Rusül’ün
Gül-i gülzar-ı nübüvvet o
kadem sahibidir
AHMEDA durma yüzün sür kademine o gülün”
diyen hükümdarlar vardı ki bu esnada gözyaşlarını tutmakta oldukça zorlanırlardı.
Resûllullah’ın hırkasına yüz sürme mutluluğu devam ededursun, zamanla hırkanın öpülen omuz kısmı yıprandı. İşte bu yürekleri burkan hale yine Osmanlıca bir çözüm bulundu. Ne hırkayı yıprattılar ne de Müslümanlara “Artık hırkayı öpmeyin!” dediler.
Padişah yine ayakta durdu. Üzerinde Seyyid Şeyhulİslâm Arif Hikmet Bey’in:
“Hırka-i hazret-i Fahr-i rusüle
Atlas-ı çarh olamaz paye endaz
Yüz sürüp zeyline takbil ederek
Kıl şefi’-i ümeme arz-ı niyaz”
(Mavi gök bile bütün peygamberlerin kendisiyle övündüğü Muhammedaleyhisselam’ın hırkasına yaygı olamaz, O’nun eteğine yüz sürerek ümmetlerin şefaatçisine yalvar) dizeleri yazılı bir mendili hırkaya sürdü ve ziyaretçiye uzattı. Ziyaretçi bu mendili öptü. Ama mendili geri vermedi, kendisinde kaldı. Hırka-i Saadet’e değen mendili aldı, evine götürdü. En değerli şeylerin saklandığı sandıklara kondu bu mendil. Adına da dest-i mal mendili dendi.
Ziyaret bitince Hırka-i Saadet dairesi en düşük rütbeden başlayarak terk edildi. Daireyi en son şeyhülİslâm, sadrazam ve sandukayı kilitleyen padişah terk etti…
Zamanla mendilleri saklayan nineler öldü. Malum fabrikanın yetiştirdiği kimliksiz torunlar manasından
bihaber oldukları bu mendillere sahip çıkamadılar. Olur da önümüzdeki Ramazanın on beşinci gününü Topkapı Sarayı’nda geçirmek isterseniz, Hırka-i Saadet Dairesinde gireceğiniz ilk odada bu mendillerin bir örneği sergilenmekte, bilesiniz.
Nimetlerin kıymeti bilinmezse, elinizden alıverirmiş o nimetin SAHİBİ. Değil Hırka-i Saadet’i görmek, dest-imal mendillerini bile müzelerde görebiliyoruz artık.
Ancak 2007’de birilerinin gördüğü bir rüya üzerine hırkanın Türk
İslâm Eserleri Müzesi’nde sergilenmesi bana manidar gelmiyor da değil.
O günlerden bu günlere o kocaman gelenekler bütününden günümüze sadece iki şey kaldı:
1. Emanetlerin başında yine Kur’ân-ı Kerim okunuyor.
2. Dairenin temizliği hâlâ Ramazanda yapılıyor.
On dört Şubat sevgililer gününden sonra cadılar bayramını da bu ülkeye ithal eden son neslin mümin gençleri, ramazanın on beşini Resûllullah’ın hırkasına ayırma vakti gelmedi mi artık?
Resûlullah’a duyulan hürmet ve sevgiyi kutlu doğum haftalarında okunan şiirlere sıkıştırmaktan öte bir şeyler yapılmalı. 365 gün
Resûlullah anlatılmalı, Resûlullah konuşulmalı, Resûllullah yaşanmalı, Resûllullah koklanmalı artık.
Resûllullah’a duyulan içi dolu bir sevgi dalga dalga bu hayatın içine yayılmalı. Bunu biz yapamazsak yapacak başka kimse yok inanın.
“Orada kim var?” denildiğinde sağımıza solumuza bakma alışkanlığını terk etme vakti çoktan geldi.
Bir kaç yıl önce umreye gitmek nasip oldu.. Hayatımda ilk defa dünya gözüyle Ravza’yı gördüğümde diğer Müslümanlar gibi bende ellerimi açıp Resûllullah’a bir Fatiha hediye etmek istedim. Anında bi
r görevli gelip gurubu dağıttı. Zira ona göre biz Muhammed’i (sas) Rab edinmiştik. Hüzünle birlikte biraz can sıkıntısı biraz öfke karışımı yayıldı ruhumuza. O arada bir
kaç kişi gruptaki hocaya durumdan şikayetlerini “Biz olsaydık böyle yapmazdık” sözleri ile arz edince, hoca bugün gibi hatırladığım şu sözleri söyledi ki ikinici ve daha büyük bir hüzün dalgası yayıldı ortalığa: “Arkadaşlar Cenâb-ı Allah bu yerlerin hizmetini ancak layık olana verir. Demek ki biz buraların hizmetine layık değiliz.”
Kulaklarımda, Yavuz’un Kapı Ağası, Hasan Efendi’nin, rüyasındaki cümle yankılanıyor bu aralar:
“Bundan sonra Haremeyn’in hizmeti Selim’e verilmiştir, durmasın gelsin.”
Nasıl şerefli bir hizmetçiliktir ve nasıl bir liyakattır ki tam dört yüz beş yıl aralıksız sürmüş.
Son seksen yedi yıldır ise hizmetçiliğimiz istenmemiş.
Bu hüzün bana İstanbul’a dönünceye kadar yetti…
Hani âlemde tesadüf yok ya… Bu mübarek beldelerin hizmetçiliğinden alınmamız da tesadüf değil. Zaten şöyle bir son asra uzandığınızda böyle bir hizmeti ifa edemeyeceğimiz de ortadadır.
İstanbul…
Yeryüzünde yarışamayacağın üç şehir var:
Mekke…
Medine…
Kudüs…
Hem hüzünlerin, hem ümitlerin, hem batan günlerin, hem doğması beklenen güneşlerin şehri…
El-Hak âlemde tesadüf yok… Bu şehirde bulunmamızda tesadüf değil, doğru. Neden mi böyle söylüyorum:
Evet biz Resûlullah’ın bedenini ve Allah’ın evini koruyabilecek liyakatte değiliz.
Ama bu şehir ve bu saray Resûlullah’ın sancağını, Resûlullah’ın sancaktarını, Resûlullah’ın hırkasını, kılıcını ve mührünü barındıran bir şehir…
Resûlullah’ın bedeni Arap kardeşlerimize emanet edildiyse, Resûlullah’ın sancağı, sancaktarı, mührü ve kılıcı da bu millete emanet…
Şimdi rahmetli olan bir yazarımız şöyle demişti: Karadeniz’de batan bir gemi Akdeniz’de aranmaz, Karadeniz’de aranır. İslâm güneşi (Osmanlı ile birlikte) Anadolu’da battı, yine Anadolu’dan doğacaktır…
İşte bu yüzden;
Sancak bizde hatta sancaktar bile bizde…
Kılıç bizde ve dahi hırka bizde….
Mühür bizde, mektup bizde…
Hatta ve hatta;
Davûd’un kılıcı
Musa’nın asası bizde…
Koruyamayacak, anlayamayacak, üstlenemeyecek olsaydık bize emanet edilmezlerdi…
Hiçbir şey 2009’a gökten zembille inmedi. Her şeyin tarihin içinde kökleri var. O kökler ağacı, ağaç meyveyi besleyecek. Bu yazılar, bu site, bu dergi o meyveler için, karınca misali bir adım olsa bile, “Resûl’e dostluğumuz belli olsun” diyedir.
Haa, az kalsın unutuyordum… Şuan Resûlü’n üstünü örten o yeşil kubbe, kubbe-i hadra’da tesadüfsüz âlemde bize yaptırılmış. II. Mahmud Ravza yapılırken, yapan işçilerin hafızlardan seçilmesini istemiş. Ravza’da çalışırken dünya kelamı konuşmamış işçiler. Birbirlerinden bir şeyi isterken sözleriSubhanallah veya Allahuekber olur, işin kalan kısmını işaret ve mimiklerle hallederlermiş. Dünyada bir eşi daha bulunmayan, sadece Ravza için özel olarak yapılmış, çinilerle süslü muhteşem mescidin mimari açıdan tek bir kusuru var, biliyor musunuz? Yanındaki küçük minaresi yamuk! Yani dümdüz göğe yükselmiyor. Olur mu demeyin, gittiğinizde bakın. Hem de dışa doğru.
Ben, zamanla bu eğimin oluştuğunu düşünürken, asıl sebebini bir televizyon programından öğrendim. Efendim minareyi yapanlar şöyle düşünmüşler:
Eğer bir gün Medine’de deprem olursa, sa…
O depremde minare yıkılırsa, sa, sa…
Amann, minare Resûlullah’ın üstüne düşmesin…
Kalemi bırakıp düşünme zamanı…
Bu nasıl bir sevdadır, bu nasıl bir muhabbettir, bu nasıl bir “Resûl’de yok oluş”tur.
Bunlar nasıl insanlar böyle…
Ve hangi gönül böyle bir sevdadan rahatsız olur. Adına Resûlullah’ı putlaştırmak yaftasını vurur…
İnsan, babasından-dedesinden genetik yollarla hastalıklarını devr alıyor. Aynı genetik yolla bu muhabbet, bu sevda devralınmaz mı?
O mimarın, o mühendisin, o hafız işçilerin DNA’ları yok olmadı ki… Evlatlarına geçti.
Yani Üstad kesinlikle haklı:
“Bu millet ölmeyecekse, bu Fatih dirilecektir…”
Kaynakça:
- Eski Zamanlarda İstanbul Hayatı, Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey, Kitabevi Yayınları.
- Böyleydi Osmanlı’nın Ramazan’ı, Tolga Uslubaş, Yağmur Yayınları.
- Tarihte Ramazan, Ertuğrul Tarık Kara (Editör), Yitik Hazine Yayınları.
- Bir Ramazan Binbir İstanbul, Süheyl Ünver, Kitabevi Yayınları.
- Kültür Dergisi, Ramazan Özel Sayısı, Ekim 2005.
Yeni yorum ekle