İslam’a Davette Rıfk ve Sabır
“La ilâhe illâllah, Muhammedü’r-Rasûlullah”…Bu ulvî ilkenin uğruna bir kutsî vazife başladı… Gecenin ve gündüzün eriştiği her noktaya bu emir varmalıydı…
Efendimiz (sas) “En yakınlarından başlayarak erişebildiğin herkesi uyar.” (Şuara 26/214) emri gereğince davete öncelikle ailesinden başlamıştı. Bu, Allah’ın(cc) kendisine verdiği bir görevdi. Onları toplu bir şekilde İslam’a davet ettiği gibi ferdî olarak da imana çağırdı. Bu mücadele denize atılan bir taşın çizdiği merkez dairelerin büyümesi gibi, en yakından hareketle tüm kâinata yayıldı.
Tebliğde insanın birinci derecede sorumluluğu, ailesi ve yakın akrabasıdır. Bu kaideyi bizlere talim eden Efendimiz (sas); çocuklarından başlayarak halasına ve amcalarına doğru devam eden bir açılımla tebliğ dairesini genişletmiştir. Rasûlullah (sas) her fırsatta akrabalarını, yumuşak bir üslup ve sabır eşliğinde İslam’a davet etmiştir.
Akrabaları için evinde ziyafet tertip etmiş, bu yemekte peygamberliğinin delillerini de sergileyerek onları hakikate davet etmiş ve bu çağrısını defeatle yinelemiştir. Bu toplantılarda Hz. Ali (ra) gibi hidayetle nasiplenenler de vardı; Ebû Lehep gibi ilahi gazaba uğrayanlarda…
Allah’ım, üzerimizden hidayetini, mağfiretini kaldırma… Her daim esenlik ve afiyet nasip eyle…
Tebliğ vazifesinde, ailenin önceliğini unutup onu ihmal ederek gayrette bulunmanın yanlışlığı ortadadır. Evlatlarımızın, günah batağına düşmeden, gerekli dini terbiye ve eğitimlerini zamanında ve doğru bir şekilde almalarını sağlamak, üzerimize düşen çok mühim bir görevdir. İnsan, tebliğ adına okyanuslar da aşsa, ihmale uğradıkları için gaflet deryasında boğulan ailelerin canhıraş çığlıkları ne vicdanlardan ne de İlahi kayıtlardan silinmeyecektir.
Allah’ım, bizi ve ailemizi yolunda sabit kıl… Ayaklarımızı kaydırma… Üzerimizdeki vazifeyi hakkıyla yerine getirmeyi bize nasip eyle…
“(Ey Peygamber) Sen Allah’tan bir rahmet ve lütuf olarak onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar, etrafından muhakkak dağılıp gitmişlerdi bile. Artık onları bağışla ve affedilmeleri için dua et.” (Âl-i İmrân 3/159)
Peygamber Efendimiz (sas) iyi-kötü herkese karşı son derece mülayemetle, yumuşaklıkla davranırdı. O’nun (sas) insana karşı gösterdiği bu hassasiyet; sinelerden kin ve nefret duygularını siliyor yerine sonsuz bir aşkı ve sevgiyi yerleştiriyordu. Böylece hidayet nuruyla aydınlanan gönüllerden cehalet karanlığı silinip gidiyordu. Bunun en açık örneklerinden bir tanesi, müezzinlerin üstadı olan Ebû Mahzûrâ’ya ait olsa gerektir:
Ezân-ı Muhammedî ile alay ederek eğlenen Ebû Mahzûrâ, Efendimiz(sas) tarafından huzura alınır. Ezan okuması istenilir. Ancak ezanı bilmediği için başını önüne eğen Ebû Mahzûrâ’nın kalbi büyük bir öfke ve kinle dolar. Alayı sebebiyle kendisinden duyguları incitilerek intikam alındığını düşünmüş olsa gerek… Ancak bu esnada Efendimiz (sas) ezanın sözlerini ve okunuş şeklini kelime kelime ona öğretir. Eline içinde para olan bir kese sıkıştırarak “Allah seni mübarek kılsın.” der. Bu dua üzerine kalbindeki kötü duyguların yerini büyük bir sevginin aldığını hisseden Ebû Mahzûrâ, Mekke’de ezan okumak için izin ister. Yumuşaklığı ile gönüllerin fatihi olan Rasûl-ü Zişan’dan müsaade alır.
Sertlik ve kabalığın zıddı olan rıfk, her nerede olsa onu süsler. Tatlılık ve yumuşaklığın olduğu yerde hayır vardır. Mülayemetle davranmak, hidayet meşalesini tutuşturacak kıvılcım için ön koşuldur. Nitekim Efendimiz (sas), bu güzel sonuçları elde etmenin ilkelerini açıkça belirtmiştir: “Sevindirin, nefret ettirmeyin, kolaylaştırın, zorlaştırmayın.” (Ebû Dâvud, Edeb 20, (4835)
Anlaşılıyor ki; insanların günahlarından dolayı ye’se düşmelerini engelleyip, Allah’ın rahmetinden ümitlerini kesmemelerini sağlamak gerekmektedir. Bizim üzerimize düşen vazife budur. “De ki: (Allah şöyle buyuruyor:) Ey kendilerine haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü yalnız O, çok bağışlayıcıdır, rahmet kaynağıdır.” (Zümer 39/53)
Efendimizin bize miras bıraktığı, herkese karşı rıfk ve sabırla muamelede bulunma sünnetini ihya etmek, hem boynumuzun borcudur hem de tebliğde başarının sırrıdır. Zira Efendimizin yolu, Allah’ın öngördüğü ve emir buyurduğu yoldur. Cenabı Hakk’ın, Hz. Musa ve Hz. Harun’a Firavun’a davette bulunduklarında yumuşak bir üslup kullanmalarını emretmesi, en etkili yolun bu olduğunu ortaya koyar. “Varın da ona yumuşak söz söyleyin, olur ki nasihat dinler, yahut korkar.” (Tâhâ 20/44)
Özden uzak sadece sözde kalan bir tatlılıktan fayda beklemek doğru değildir. Rıfk ve yumuşaklık insanda bir karakter hâlini almalıdır. Zira Efendimizin yapısında mülayemet adeta nakış nakış işlidir: “Andolsun, size içinizden bir peygamber geldi ki, zahmet çekmeniz onu incitir ve üzer. Size çok düşkündür. Müminlere çok merhametlidir, onlara hayır diler.” (Tevbe 9/128) Bu ilkeler, Ashabı Kiram’ın da özellikleri arasındadır: “O’nun maiyetinde bulunanlar da kafirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler.” (Fetih 48/29)O halde bizim de bu hususiyetleri, kişiliğimizin temel taşları haline getirmemiz gerekir. Müşfik, tatlı dilli, güler yüzlü, sabırlı ve yumuşak huylu bir yapıya sahip olmak için gayret göstermeliyiz. “Kıyamet günü, Allah indinde, makamca insanların en kötüsü dil ve davranışlarının kabalığından kaçınarak insanların terk ettiği kimsedir.” (İbrahim Canan, Hadis Ansiklopedisi, Akçağ yay., c:IV, s:320)
Efendimiz (sas) muhataplarını İslam’a davet ederken sabırla hareket ederdi. Hakem b. Keysan esir düştüğünde Peygamberimiz (sas) onu İslam’a davet etmişti. Ancak Hakem iman etmedi. Bu durum karşılıklı olarak uzadı. Bunun üzerine Hz. Ömer (ra) onu öldürmek için müsaade istedi. Ancak Rasûl-i Zîşan Efendimiz müsaade vermeyip, davete devam etti. Bir müddet sonra Hakem Müslüman oldu. Sabırla beklemenin neticesi ortada idi. Hakem Rasûlullah’ın (sas) rızasını kazanmıştı. Daha sonraki zamanlarda da şehadet şerbetini tatmıştı.
Efendimiz (sas) kendisine yönelik ağır hakaret ve işkencelere de sabırla mukabelede bulunmuştur. Ebû Cehil’in kendisine hakarette bulunmakla da kalmayıp ağır darbelerle saldırdığı bir gün, bu duruma cevap vermemiş, sabır göstermişti. Öyle sanıyorum ki sabır, meselenin çözümünü Allah’tan beklemenin en etkili ifadesidir. O günün sonunda durumu öğrenen Hz. Hamza (ra) İslam’la müşerref olmuştu. Müslümanlar böylece büyük bir güç kazanmışlardı. Sabrın sonunda muhteşem bir güzellik vardı…
Tatlı ve yumuşak üslup, sabırla birleşince, Allah yardımını gönderiyor ve hidayet yolları açılıyordu. Diller ve kalpler hep birlikte haykırıyordu: “La ilâhe illâllah, Muhammedü’r-Rasûlullah”… Bu ulvî ilkenin uğruna bir kutsî vazife ifa ediliyordu… Gecenin ve gündüzün eriştiği her noktaya bu emir varmalıydı…