Cemaat Olmak, Ama Nasıl?...

Bir Deve Hikâyesi 

Kûfelilerden biri, erkek devesine binip Şam’a gelmiş. Şamlı bir adam, sokakta devenin yularına yapışarak: ‘Bu dişi deve benimdir, sen Sıffin günü onu çalmışsın!’ diye bağırmaya başlamış. Halk başlarına toplanmış.  Kûfeli: "Bu deve benimdir, üstelik dişi değil, erkektir" diye itiraz etmişse de derdini bir türlü anlatamamış.                                                                                                                                                Hep birden Şam Valisi Muaviye’nin huzuruna çıkmışlar. Kûfelinin devesi erkek olmasına rağmen Şamlı elli şâhidi de yanına alarak Muaviye’ye devenin dişi olduğunu ve kendisine ait olduğunu söylemiş.  Muaviye devenin Şamlı adama verilmesine hükmetmiş.  Herkes çekildikten sonra Hz. Muaviye Kûfeliye: “Al işte, sana devenin değerinin iki katını veriyorum.” demiş ve eklemiş:                              “Ey Kûfeli, dinle! Sen de ben de biliyoruz ki, bu deve senindir ve dişi değil, erkektir. Ama sen Kûfe'ye dönünce gördüklerini Ali'ye anlat ve de ki: "Ey Ali, Muaviye'nin, dişi deve ile erkek deveyi, dağ ile ovayı ayırt edemeyen, ona körü körüne bağlı ne derse evet diyen on bin adamı var! Ayağını denk al!" 

Tarih şahit ki bu olayda haklı olan Kûfeli, diğer büyük acı olaylarda da mutlak haklı olan Hz. Ali’ydi. 

HAKLA BATILI AYIRMAK ve HAKK’IN TARAFINDA YER ALMAK

Tarihte  yaşandığı vaki olan bu olayla ilgili genel yargıları ifade etmekten ziyade bugüne bakan yönüyle tarihin tekerrür ettiğini gösteren olayların bize verdiği mesaj şudur: Hakla batılı, yanlışla doğruyu ayırt edemeyen ve liderini masum kabul edip ağzından çıkanı emir telakki eden, hata da olsa hikmet arayan camiaların tarihin şahitliğiyle bizzat haksız oldukları görülmüş ve görülecektir.

Ne kadar kalabalık olursa olsun, adaletten, ilimden, hikmetten ve şuurdan nasibi olmayan ve şartlandırılan kitleler olmaktansa tek kişi de kalsa adalet ve doğruluk üzere olmak yeğdir ve kimi zaman İbn-i  Mes'ûd (r.a)’ın  söylediği gibi: "Cemaat, tek  kişi de kalsa, o kişinin  hakka  uygun  olmasıdır." 

Kalabalıkların baskısı altında söylemekten çekindiğiniz hakikat; sizi Allah katında, halk nazarında ve tarih önünde haksız konuma düşürecektir.

Etrafınızda herkesin yüksek sesle de olsa söylediği yalan; cılız da kalsa, duymasanız ve duymak istemeseniz de bir kişinin dillendirdiği haktan ve doğrudan daha değerli ve geçerli olamaz.

CEMAAT CEMADATA DÖNÜŞÜRSE…

Nitelikli birliktelik, kolektif akla değer veren birlikteliktir. İlkelerin, değerlerin, hassasiyetlerin ve kavramların istişare ve ortak akılla belirlenmediği birliktelikler; hak üzere olamaz, kalıcı değer üretemez, uzun soluklu yürüyüşlere güç yetiremez, dahası birleştirici olamaz. Bu değil cemaat olmak, Üstad Necip Fazıl’ın ifadesiyle olsa olsa cemadat olmaktır.

“Camilerde cemaat yerinde hep cemadat;  Siner de köşelerde Hakk’tan beklerler imdat!”

Cemadat olmak; cansızlık, edilgenlik, şuursuzluk, şartlandırılmışlık, sıradanlık ve sürü olmaktır; cemaat olmak ise şartlandırılmaya yer olmayan bir bilinçle, şuurlu ve akıllı birlikteliktir. Şuur ve akıl, şahsiyetli olmanın mümeyyiz vasfıdır. Şahsiyeti merkeze alan bir yaklaşımla her ferdin biricikliği ve kendine mahsus karakterinin (şakile) korunduğu organik ve özgün bir yapıdır cemaat, şartlandırmayla tek tipleştirme değildir. Şahsiyet sahibi fertlerden oluşmayan bir yapı; aklını kiraya verip yukarıdan gelen talimatlarla hareket eden bireylerden oluştuğu için hata yapmaya, doğru yoldan sapmaya müsait bir yapıdır. 

CEMAATİN İSTİKAMETİ, LİDERİN VE FERTLERİN İSTİKAMETİDİR.

Cemaate istikamet kazandıran, liderin ve fertlerin istikametidir. Sevgimiz, saygımız ne kadar çok olsa da lider de bir insandır. Onun bu insanî yönünü görmezden gelip kutsallık atfederek söz ve davranışlarında ilahîlik aramak sorunları çözmez, dahası çoğaltır. Hakikat şu ki; liderin düşüncesindeki yanlış bir meyil, toplulukta geniş açılarla daha büyük yanlışlara dönüşür.

Liderler de yanlış yapabilir. Liderleri uyarılmayan bir topluluğun sözleri, kararları ve icraatları hayırlı sonuçlar doğurmaz; yanlışı apaçık belli olan topluluğu düzeltmeyen bir lider de düzeltilmesi mümkün olmayan büyük felaketlere sebebiyet verir. 

Kur’ân-ı Kerim’de belirtilen ilahi buyruklar; Allah’ın ipine topluca sarılmayı (Al-i imran-103), emredildiği şekilde dini ayakta tutmayı ve ayrılık çıkarıp parçalanmamayı (Şura-13), dinlerini hizipçilik ve cemaatçilikle bölerek parçalayanlar gibi olmaktan sakınmayı (Rum-32) öğütlemekte, cemaatli olmaya teşvik etmekte; ancak cemaatçi olmayı ayrılıkçılık saymaktadır. Ümmet bilincine sahip olunmadan oluşturulan cemaat anlayışı, cemaatçiliği doğurur, bu da toplumu ve ümmeti parçalanmaya götürür. 

CEMAATÇİLİKTEN ALLAH’A SIĞINMAK

Cemaatli olmakla cemaatçi olmak birbirinden farklıdır. Cemaatçi olmak; başta kendi cemaatine, sonra da diğerlerine zarar veren bir taassup ve tarafgirliktir. Cemaatçilik, sadece kendi cemaatini en doğru görme hastalığıdır. Hakkı sadece kendi tekelinde gören ve başkalarını yok sayan bir anlayış; cemaat olmaktan çıkar, başka bir yapıya dönüşür. Kendinden olmayı, ehliyet ve liyakate tercih eder; enerjisini ve imkanlarını kendi nüfuzunu artırmaya harcar; kelle hesabı yaparak niteliği pas geçer ve nihayetinde bu birliktelik menfaat birlikteliği haline gelir.   

PARÇAYI BÜTÜN ZANNEDEN, BÜTÜNÜ PARÇALAR

Cemaat olmak, büyük ümmet ailesinin bir şubesi, küçük bir parçası olmaktır. Bütünün bilincine sahip olmayan, parçayı bütün zanneder ve bütünü parçalar. Cemaatin çıkarlarıyla ümmetin çıkarları çatıştığında ümmetin çıkarlarını yeğlemek esastır. Tercihini ve hareket tarzını kendi cemaatinin çıkarları ekseninde belirleyenler; kirli ilişkiler içerisine girer, karanlık odakların kuklası haline gelir, diğer yapıları ötekileştirir, dahası onlara hayat hakkı bile tanımaz.

Haset, öfke, düşmanlık ve körü körüne taraftarlık öyle zehirli bir virüstür ki, ötekileştirdiğiniz her kim ise, ona ait olan ve ondan gelen ne varsa reddetmek durumunda bırakır insanı. Bu hastalık, yine Üstad’ın ifadesiyle: ”Kendi tarafına şeytan yardım etse rahmet okutacak, muhalifine melek yardım etse lanet edecek gibi hadisatlar doğurur.”

BİZ OLMANIN ÖNÜNDEKİ ENGELLER

Biz olmak, her açıdan övülürken, körü körüne bağlılık, tarafgirlik ve –ci ekini alan- dar bakışlılık ise yerilir. “Onlar dinlerini parçaladılar, bölük bölük oldular. Her grup kendilerinde olanla böbürlenmektedir.” (Rum,32) ayet-i kerimesinde belirtilen hizip ve grup asabiyeti, biz olmanın önünde bir anlayış engeli olarak açığa çıkar. Birden fazla doğru olabileceğini ve hakikate giden yolların çeşitliliğini idrak edemeyen, sadece kendine öğretilenleri tek doğru kabul eden ve insanları bu dar ölçülere göre sınıflandıran, ayrıştıran sığ yaklaşım, bir zihin körlüğüdür ve “Biz” olmanın önündeki en büyük engeldir. 

Günümüzde her Mü’min, bir yere yaslanarak dinini yaşayacaktır. Fıkhını bir mezhebe uyarak tatbik edecek, dinin sosyal hayatta yaşanması için de kendi ideallerine ve hassasiyetlerine uygun bir yapıyla birlikte hareket edecektir. Ancak cemaat, meşrep ve mezhep yaklaşımlarındaki aşırı hassasiyet, takıntı halini almamalıdır. Böyle olduğunda; dünyayı sadece kendi penceresinden gördüğü kadarıyla algılayan, hizmet ya da çalışmayı kendi grubunun menfaati odaklı değerlendiren, başkalarının faaliyetlerine kör ve sağır kesilen hatta arka plan tahlilleriyle su-i zanda bulunarak gayri meşru sayan bir anlayışla hareket edilir. 

Burada hakiki âlimlerin koyduğu ölçüyü esas almak en güzeli:

“Benim görüşüm doğrudur; ama yanlış olma ihtimali de vardır. Farklı görüşler yanlıştır; ama doğru olma ihtimali de vardır.”

Benzer bir ölçüyü Bediuzzaman Said Nursi de koymuş:

“Sen mesleğini ve efkârını hak bildiğin vakit, “Mesleğim haktır veya daha güzeldir” demeye hakkın var. Fakat “Yalnız hak, benim mesleğimdir” demeye hakkın yoktur..”

DOĞRUYA DOĞRU, EĞRİYE EĞRİ DEMEK

Doğru kim tarafından söylenirse söylensin doğrudur; eğri de kimde görülürse görülsün eğridir. Bizden olanın söylediğinde eğrilik olduğu halde, vardır bir bildiği ya da vardır bir hikmeti diyor, başkalarınca söylenen doğrulara da kendi zararımıza olduğu gerekçesiyle doğrudur diyemiyorsak dürüst olduğumuz iddiasında bulunmak gülünç olur. Oysa Hakk’ın hatırı âlîdir ve ilahi ölçü bellidir: “Bir topluluğa olan öfkeniz, sizi adaletsizliğe sürüklemesin.” (Maide,2)

İnsanın konumu ve durduğu yer, bakış açısını şekillendirir, bu doğaldır; ancak hak ve hakikat söz konusu ise durduğunuz yer farklı da olsa doğrular asla değişmez. Eğer bizi yönlendiren

siyasi ihtiraslarımız, iktidar hırsı ve kendi grubumuzun çıkarları olursa, yani politik yaklaşımlar, daha belirleyici hale gelirse siyaseten de olsa söylenilen yanlışlar, bizi haksızlığa ve batıl tarafta yer almaya sevk edebilir. 

AKL-I SELİM OLMADAN ASLA…

Akl-ı selim devre dışı kalıp duygularla hareket ediliyorsa, basiretiniz bağlanır, en gerçekçi ve makul delilleri bile görmeye yanaşmazsınız.    

Eğer bir iddianız varsa ve bunu yalan, itham ve zanlarla ispatlamaya çalışıyorsanız ya gerçekten yalancısınız ya gaflet halindesiniz ya da farklı beklentiler ile hareket edip birileriyle ilişkinizin bozulmasını istemiyorsunuz demektir. 

İTAAT VE İSYAN DENGESİ

Geleneğinde itaat olanın geleceğinde isyan; geleneğinde isyan olanın da geleceğinde itaat olmaz. Ne kayıtsız şartsız bir itaat ne de ahlaksız bir isyan. Kural çok net: “Halika isyan olan işte mahluka itaat olmaz.” Meşru dairede itaat, kölelik anlamına gelmeyeceği gibi, yine meşru dairede itiraz, bağilik değildir. İtaatin de itirazın da bir ahlakı vardır.

Birbirimizi edep ve saygı çerçevesinde eleştirebiliyor, eleştirilerimiz yapıcı ve umut aşılayıcı olabiliyorsa, eğriye eğri, doğruya doğru diyebiliyorsak, kararlarımızı istişareyle alabiliyor ve sorumluluğu hep birlikte üstlenebiliyorsak hem yönetim kadrosunun yanlış yapmasına hem de topluca daha büyük kitlesel yanlışların yapılmasına engel olmuş oluruz.

Sözün özü ve en değerlisi dua makamında söylenendir:

“Allah’ım! Bizi hakkı hak olarak görüp hakka tâbi olmakla; batılı batıl olarak görüp batıldan kaçınmakla rızıklandır.”  

Yazar: 

Yeni yorum ekle

Image CAPTCHA
Enter the characters shown in the image.