Tih Çölü’ndeki yürüyüş Hz. Mûsâ ve Hz. Hârûn (as) liderliğinde devam ediyordu. İsrâîloğulları için var olma, yurt edinme ve devlet kurma yolunda ilahi yasaların devreye girme zamanı gelmişti. Allah Teâlâ, Hz. Mûsâ (as)’ı Tûr dağına görüşmeye çağırmıştı. Yüce Allah mekândan münezzehtir. Hz. Mûsâ’yı Tûr dağına çağırması, birçok hikmete binâen ve bir insan olarak Hz. Mûsâ’nın şartları gereğiydi. Çünkü bir insan vasıtalar ve perdeler olmadan bu dünyada Yüce Allah’a doğrudan muhatap olamazdı. Bu buluşmayı yüce Kur’an bizlere şöyle bildirmektedir:
“Biz Mûsâ ile otuz gece için sözleşmiş, buna on gece daha eklemiştik. Böylece Rabbinin belirlediği süre kırk gece olmuştu…”[i]
Kalbindeki Allah aşkıyla ilâhî vuslata can atan Hz. Mûsâ (as), Rabbiyle görüşmekte aceleci davranmıştı. Allah Teâlâ, cevabı en iyi bildiği hâlde, Hz. Mûsâ’ya ikrar ettirmek üzere: “Kavmini bırakıp da acele gelmene sebep ne idi, Ey Mûsâ!” diye sordu. (Mûsâ da): ‘İşte onlar, hemen peşimdeler. Ben, Sen hoşnut olasın diye acele edip sana geldim, Ey Rabbim’ dedi.”[ii]
Mûsâ (as) Tûr’a giderken kardeşi Hârûn’u kavminin başına koymuş ve ona şöyle tavsiyede bulunmuştu: “…Sen benim yerime kavmimin başına geç, onların hatasını düzelt, bozguncuların yolundan gitme!”[iii]
Hz. Mûsâ Tûr dağındaki vuslat günlerini oruç ve ibadetle geçirmiş, kendisini iyice tezkiye ederek Rabbine yakışır bir tarzda dua ve ibadetlerle kırk günü tamamlamıştı. Tûr’da geçirdiği bu süre içinde Rabbi onunla konuşunca, mutluluktan öyle bir hâle geldi ki, ancak Cennet’te yaşanabilecek en büyük saadet olan rü’yeti; yani kendisini muhatap alan Rabbini görmeyi hemen arzulayarak:
“Rabbim, Kendini bana göster de Sana bakayım!” dedi. Allah ‘Sen Beni asla göremezsin; ama şu dağa bak; eğer o dağ yerinde durabilirse sen de Beni görürsün!’ buyurdu. Rabbi dağa tecelli edince dağ yerle bir oldu. O esnada Mûsâ bayılıp yere düştü. Ayılıp kendine gelince “Rabbim!” dedi. Sen her bakımdan yüce ve mükemmelsin. Sana tevbe ettim ve seni görmeden Sana iman edenlerin ilki de benim.”[iv]
Hz. Mûsâ (as), Allah Teâlâ ile konuşmasına rağmen O’nu görememiştir. Dünyada bu gözlerle Allah’ı görmek mümkün değildir. Onun için, görülmeyen Allah’a iman etmeyi kabul etmeyenler mantıklı bir davranış ortaya koymuş olmazlar. Kırk gece ifadesiyle de terbiye ve tezkiyenin süresinin bu olduğunu anlayabiliriz. Ancak insanlara yapılacak nasihatin aralığı bu kadar uzun olmamalıdır. Çünkü Hz. Mûsâ’nın Tûr-u Sînâ’da bulunuşunun yirminci gününde Sâmirî, altından bir buzağı heykeli yapmış ve insanları bu heykelin Mûsâ’nın Rabbi olduğuna ikna etmiştir. Hayat asla boşluk kabul etmemektedir. Bugün beş vakit namazın mü’minler için ne büyük bir rahmet olduğunu iyi tefekkür etmeliyiz. Rabbini böylesi sık bir şekilde ananlar, asla Onu unutmadıkları gibi içlerinde manevi bir boşluk da hissetmezler.
Sâmirî
Sâmirî, Hz. Mûsâ’nın Tûr-u Sînâ’ya gitmesinden sonraki devrede ortaya çıkar. Mısır’dan getirilen ziynetleri toplayarak ondan bir buzağı yapar ve insanları buna tapmaya ikna eder. Hz. Hârun (as) her ne kadar bu çirkinliği durdurmaya çalışmışsa da başarılı olamamış, hatta öldürülmekle tehdit edilmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de bu durum şöyle açıklanır:
“Mûsâ’nın kavmi, onun Tûr’a gitmesinden sonra, süs takılarından, böğüren bir buzağı heykeli yapıp ona tapınmaya başladılar…[v] İsrâiloğullarının Sâmirî’nin: “Bu hem sizin hem de Mûsâ’nın ilâhıdır, ama Mûsâ onu unuttu”[vi] demesi üzerine buzağıya taptıkları söylenir. Bütün bunlar olurken Allahu Teâlâ bu durumu Hz. Mûsâ’ ya şöyle haber veriyordu:
“Şunu bilesin ki Biz, senin yokluğunda kavmini imtihan ettik; Sâmirî onları yoldan çıkardı.” Bunun üzerine Mûsâ öfkeli ve üzüntülü bir şekilde kavminin yanına döndü ve onlara şöyle dedi: “Ey kavmim! Rabbiniz size güzel bir vaadde bulunmadı mı? Onun size verdiği sözün üzerinden uzun bir süre mi geçti, yoksa Rabbinizden üzerinize bir gazabın inmesini mi istediniz de bana verdiğiniz sözden döndünüz.”[vii]
Hz. Mûsâ aleyhisselâm, İsrâiloğullarını azarlayıp ilâhî azapla tehdit edince, onlar hemen türlü mazeretlerle kendilerini savunmaya kalkıştılar. Kendi istekleriyle verdikleri sözden dönmedikleri, Sâmirî’nin onları aldattığı yolunda sözler söylediler. Buzağı heykelinin böğürmesi de onları aldatmıştı(!) Hâlbuki “Görmüyorlar mıydı ki, o heykel onlara ne söz söyleyebilir, ne zarar ve ne de fayda verebilirdi?”[viii] Şimdi böyle mazeretlere sığınacaklarına zamanında akıllarını kullanmaları gerekmez miydi? Hem o buzağıya tapmaya başladıkları zaman, Hz. Mûsâ’nın vekil bıraktığı Hz. Hârûn da onlara en samimi duygularla seslenip: “Ey kavmim! Siz bu buzağıyla imtihan edildiniz. Sizin Rabbiniz Rahman olan Allah’tır. Bana uyun ve benim sözümü dinleyin”[ix] dememiş miydi? “(Onlar ise küstahça): ‘Mûsâ bize dönünceye kadar, biz buna tapmaya devam edeceğiz’ dediler.”[x]
Hz. Mûsâ (as), Rabbimizden dosdoğru yolu gösteren ilahi emirleri alırken; kavmi, Sâmirî’nin sapkınlığıyla yoldan çıkıyordu. Allahu Teâlâ bu durumu bizlere şöyle açıklıyor: “Biz Mûsâ’ya Tevrat levhalarında her türlü öğüdü verdik; yapılacak her şeyi yazdık; sonra da şunları söyledik: “Onlara sıkıca sarıl! Kavmine de emret, onun en güzelini alsınlar! Yakında size, doğru yoldan çıkanların yurdunun ne hale geldiğini göstereceğim.”[xi]
Bütün samimiyeti ile vaad edilmiş vatanlarına götürdüğü İsrâîloğullarına Allah’ın rahmet ve hidayet olan emirlerini heyecanla getirirken karşılaştığı bu çirkin durumdan dolayı Hz. Mûsâ’nın canı çok sıkıldı. Bundan sonrasını Kur’ân-ı Kerim şöyle anlatır:
“Mûsâ öfkeli ve üzgün bir halde kavminin yanına döndüğünde: 'Benim arkamdan ne kötü işler yapmışsınız! Rabbinizin emrini beklemeyip acele mi ettiniz?' dedi. Levhaları yere attı ve kardeşinin kafasından tutup kendine doğru çekti. (Kardeşi Hârûn): 'Ey annemin oğlu! Bu topluluk beni iyice zayıf görüp hırpaladı ve neredeyse beni öldüreceklerdi. Üzerime düşmanları güldürme ve beni zalimler topluluğu ile beraber tutma' dedi.”[xii] Sonra olan bitenleri uzun uzun anlattı. Bunun üzerine Mûsâ ellerini Rabbine açarak kendisi ve kardeşi için şöyle dua etti: “Ey Rabbim! Beni de kardeşimi de bağışla ve bizi rahmetinle kuşat; hiç şüphesiz sen merhamet edenlerin en merhametlisisin!”[xiii]
Mûsâ yaptığı duanın arkasından Sâmirî’ye gitti ve buzağıyı alarak ateşe attı. Daha sonrada buzağının altından yapıldığına aldırmadan kaldırıp denize fırlattı. Şirke alet olan bir şey altın da olsa ondan faydalanmayı düşünemezdi. Ondan tek bir parça bile kalmamalıydı. “Mûsâ, ‘Ya senin derdin neydi ey Sâmirî?’ dedi. Sâmirî, şöyle dedi: ‘Ben onların görmediği şeyi gördüm. Elçinin (Cebrâil’in) izinden bir avuç avuçladım da onu attım. Böyle yapmayı bana nefsim güzel gösterdi.’ Mûsâ, ‘Haydi git! Artık sen, hayatın boyunca (hastalanıp) ‘Bana dokunmak yok!’ diyeceksin. Senin için, asla kaçamayacağın bir ceza daha var. Hele şu ibadet edip durduğun ilâhına bak! Biz onu elbette yakacağız ve onu muhakkak denize savuracağız.”[xiv]
Aslında Sâmirî, İsrâiloğullarının şeytânî ve nefsânî duygularına tercümanlık yapmıştı. Onlar gözleriyle görebilecekleri ve ellerini sürebilecekleri bir ilâh istiyorlardı. Çünkü onlar, nesiller boyu köle olarak yaşadıkları Mısır’da bunu görmüşlerdi. Putlara tapan Mısırlılar onları aşağılamış, hor görmüş; fakat yine de İsrâiloğullarının vicdanında isyan ve özgürlük ateşi alevlenememişti. Bilakis, İsrâiloğulları Mısır medeniyetini üstün gördüklerinden onların aşağılamalarını kabullenip değerlerini benimsemişlerdi. Onların bu durumu, şu anda batı medeniyetine hayranlık besleyen gâfil bazı Müslümanların durumuna ne kadar da çok benziyordu.
Sâmirî’nin sonu çok kötü oldu. Artık o amansız bir hastalığa tutulup vahşi bir hayvan gibi insanlardan uzak yaşayacak, hesap günü karşılaşacağı büyük azaba adım adım yaklaşmanın verdiği tarifsiz korkuyla ölüp ölüp dirilecekti.
Hz. Mûsâ (as), kısa bir süre yanlarından gitmesiyle birlikte hemen yoldan çıkan İsrâiloğullarına yönelerek varlığın en büyük hakikatini onlara tekrar hatırlattı:
“(Biliniz ki: “Ey İsrâîloğulları!) Sizin İlâhınız ancak Allah’tır. O’ndan başka İlâh yoktur; O’nun bilgisi, her şeyi çepeçevre kuşatmıştır.” [xv]
“Nihayet Mûsâ’nın öfkesi yatıştı. Levhaları yerden aldı. Bu levhalarda “Rablerinden korkanlar için dünya ve ahiret yolunu gösteren hidayet ve rahmet (kaynağı hükümler) vardı.” [xvi]
Deccâl gibi bir fitneden kurtulmanın yolu aslında hidayet rehberi Kur’ân’a sarılmaktır. Sâmirî gibi bir aldatıcı o gün insanları nasıl aldattıysa bugünkü aldatıcılar da bir takım akla hoş gelen düşünce ve fikirlerle insanları aldatabilirler. Hidayet ve rahmet rehberi Kur’ân’a ters düştüğü sürece bu tür fikirler reddolunmalıdır. Bunun içindir ki Kur’ân eğitiminin aralığı 20 günü aşmamalıdır. Sâmirî, Hz. Mûsâ aleyhisselâmın ayrılışının 20. gününde böyle bir eyleme teşebbüs etmişti. Bundan dolayı insanların beş vakit namaz kılmalarının ne kadar mükemmel bir kulluk bağı olduğunu daha iyi anlıyoruz. Kur’ ân eğitimini de namazla buluşturarak az da olsa devamlı sürdürmek gerekir.
Biz Allah’ı Açıkça Görmeden…
Buzağı belasından kavmini kurtaran Hz. Mûsâ (as), İsrâîloğulları arasından seçtiği ve onları temsil edecek 70 kişiyle Allah’a yalvarıp, bağışlanma dilemek üzere ikinci kez Sînâ dağına doğru yola çıktı. Birlikte Sînâ Dağı’na vardıklarında Rabbinin kelamını işittiler. Fakat tevbe için geldikleri bu yerde bazıları azgınlaşarak, “Ey Mûsâ, biz Allah’ı açıkça görmedikçe sana asla inanmayacağız!” dediler. Bunun üzerine onları müthiş bir sarsıntı yakaladı.”[xvii] “…Mûsâ (as), ‘Ey Rabbim’” diye yalvardı. Dileseydin, onları da beni de daha önce helak edebilirdin. İçimizdeki beyinsizlerin yaptıkları yüzünden bizi helâk eder misin? Bu iş Senin imtihanından başka bir şey değildir. Bununla dilediğinin doğru yoldan sapmasına fırsat verir, dilediğini de doğru yola iletirsin. Bizim dostumuz ve yardımcımız Sensin. Bizi bağışla, bize merhamet et. Bağışlayanların en hayırlısı Sensin.”[xviii]
Bütün bunların sonucunda onları ölüm yakalamış, ancak Mûsâ (as)’ ın duasıyla şükrederler diye Allah onları tekrar diriltmişti.[xix] Hz. Mûsâ (as) ise duasını şöyle bitirmişti: “Bize bu dünyada da, ahirette de iyi ve güzel olanı yaz! Şüphesiz biz Sana yöneldik…”…[xx] Hz. Mûsâ bu olayda da seçilmiş temsilciler içinden böylesi bir düşüncenin ortaya çıkmasıyla sıkıntıya girmişti. Yalvarıp yakarmasıyla Rabbi dualarını geri çevirmemiş bu teklif sahiplerini ona bağışlamıştı.
İsrâîloğulları Kudüs Yolunda
Yüzyılların esareti ve zulmü İsrâîloğullarının karakterinde derin izler bırakmıştı. Allah’ın vahyi olan Tevrat’la onların düşüncelerindeki ve hayatlarındaki yanlışlıklar ve sapıklıklar düzeltiliyordu. İsrâiloğullarını bir ümmet olma ruhu ile yürüten Hz. Mûsâ (as) onları te’dîb ediyor ve böylece hem terbiye olmaları hem de yanlış davranış ve düşüncelerden vazgeçmeleri için gayret gösteriyordu. Vatan elde etme ve devlet olma idealiyle yürüyorlardı. Çünkü bu yürüyüş onları kötü düşüncelerinden uzaklaştırıyor, bencilliklerini gideriyor, onları bir millet olmaya hazırlıyordu. Yüzyıllarca hayal kırklığına uğramış bu insanlar, Allah’ın gönderdiği levhalardaki emirlere sımsıkı sarılarak umutlanıyorlardı. Dertlerinin çözümü de peşinden geliyordu. Onlara verilen tevhid inancı onların hareket etme, eyleme hazır hale gelme ruhunu düzenliyor ve güçlendiriyordu. Bunun için Hz. Mûsâ (as) onları sık sık tevbeye, çirkin düşünce ve davranışlardan vazgeçmeye çağırıyordu.
Yüce Allah, kendilerini Firavun’dan; yani evlatlarını boğazlayan ve onları türlü zulümlerle aşağılayan zalimden kurtardıktan sonra İsrâiloğulları nankörlük edip şirke düşmüş ve buzağıyı ilâh edinmişlerdi. Bu suçun kötü izlerini tamamen silebilmek için Yüce Allah onlara verilecek cezayı Peygamberi aracılığıyla açıkladı: “Mûsâ, kavmine dedi ki: ‘Ey kavmim! Sizler, buzağıyı ilâh edinmekle kendinize yazık ettiniz. Gelin Yaratıcınıza tevbe edin de nefislerinizi öldürün. Bu, Yaratıcınız katında sizin için daha iyidir.’ Böylece Allah da onların tevbesini kabul etti. Çünkü O, tevbeleri çok kabul edendir, çok merhametlidir.”[xxi] Bu âyetteki ‘nefsi öldürme’yi, bu işi yapanların öldürülmesi şeklinde tefsir edenler olduğu gibi, nefislerinizi ıslah edin, tevbeye gelerek Allah’a samimiyetle dönün, şeklinde anlayanlar da olmuştur.
“Buzağıyı ilah edinenlere gelince, dünya hayatında onlara Rablerinden bir gazap ve zillet erişecektir. İftiracıları Biz böyle cezalandırırız. ”[xxii] âyeti onların akıbetini göstermesi açısından önemlidir. Böylesi bir çirkinlik cezasız kalmamıştır. Dünyada karşılığı verildiği gibi ahirette de karşılığı verilecektir.
İsrâîloğullarına Allah’ın Rahmeti
İsrâîloğulları yüz binlerce kişiyle dönemin en büyük göçünü gerçekleştiriyorlardı. Ama Allah’ın ne büyük bir lütfudur ki, bu insanlar hiçbir şekilde mülteci sorunu yaşamadıkları gibi, barınma, yiyecek ve içecek sıkıntısı da çekmediler. Zira onlar, Allah’ın bol lütfu ve nimetiyle karşılaşmışlardı. Aralarında Allah’ın peygamberleri vardı. Allahu Teâlâ onlara olan nimetlerini sürekli hatırlatıyor, Mısır’daki ahlâkî zafiyetlerinden kurtulmalarını murad ediyordu: “Bir de üzerinize bulutu gölge yaptık; size kudret helvası ile bıldırcın indirdik; ‘size verdiğimiz iyi ve temiz rızıklardan yiyin’ dedik. (Buna rağmen) Aslında onlar Bize değil kendilerine zulmedip duruyorlardı.”[xxiii]
Böylesi bir lütuf ve ikram ile yürüyüşe devam eden İsrâîloğulları zaman zaman sorunlar çıkarıyor, Hz. Mûsâ (as)’ı üzüyorlardı. Hz. Mûsâ’nın üzülmesiyle ilgili olarak şöyle buyrulmaktadır: “Bir zamanlar siz de, ‘Ey Mûsâ! Tek çeşit yemeğe artık dayanamayacağız. Rabbine (Rabbimize demiyorlar) bizim için dua et de yerde yetişen şeylerden, sebze, salatalık, sarımsak, mercimek, soğan çıkarsın’ demiştiniz...”[xxiv]
Onlar keyiflerine, isteklerine göre konuşurlarken üzerlerinde bulunan Allah’ın bunca nimetini unutuyorlardı. Hz. Mûsâ (as) onlara verilen nimetler hakkında: “… ‘Siz değerli olanı adi şeylerle mi değiştirmek istiyorsunuz? Öyleyse bir şehre inin, orada her istediğiniz vardır’ demişti.”[xxv]
İsrâîloğulları, isyan edici tavırları sebebiyle Allah’ın şu hükmü ile karşılaştılar: “…Böylece onların üzerine bir alçaklık ve aşağılık damgası vuruldu. Ve Allah’ın gazabına uğradılar. Çünkü onlar, Allah’ın ayetlerine inanmıyor, peygamberleri haksız yere öldürüyorlardı. Bütün bunlar, onların Allah’a isyan etmeleri ve hadlerini aşmaları yüzünden oldu.”[xxvi]
Hıtta Deyiniz, Hınta Demeyiniz!
İsrâîloğulları Tih çölünden çıkınca karşılarına bir kasaba çıktı ve Yüce Allah’ın buyruğuyla karşılaştılar : “(İsrâiloğullarına) Bu kasabaya girin, orada bulunanlardan dilediğiniz şekilde bol bol yiyin, kapısından eğilerek girin, (girerken) «Hıtta!» (Yâ Rabbi bizi affet) deyin ki sizin hatalarınızı bağışlayalım; zira biz, iyi davrananlara (karşılığını) fazlasıyla vereceğiz, demiştik.”[xxvii] “Fakat zalimler, kendilerine söylenenleri başka sözlerle değiştirdiler. Bunun üzerine biz, yapmakta oldukları kötülükler sebebiyle zalimlerin üzerine gökten acı bir azap indirdik.”[xxviii] Onlara, şehrin kapısından eğilerek ve Allah’a şükrederek girin ve “Dileğimiz isyanımızın affıdır” anlamında “hıtta deyin” buyrulmuştu. Fakat onlar şehre eğilerek ve Allah’a şükrederek değil, makatları üzerinde sürünerek girdiler. “Hıtta” diyecek yerde de “Kırmızı buğday anlamında” “hınta”, “kılın içinde bir tane” anlamında “habbetün fi’ş-şa’re” şeklinde saçma bir söz söyleyerek, Allah’ın emrini alaya aldılar.[xxix] İsrâiloğulları bu olayda da nankör ve alaycı karakterlerini ortaya dökmüşlerdi.
Büyük Lütuf: Su
“Biz onları oymaklar halinde on iki kabileye ayırdık. Kavmi Mûsâ’dan su isteyince, ona “Asanı taşa vur” diye vahyettik. Taştan on iki pınar fışkırdı. Böylece her kabile su içeceği yeri öğrendi.” [xxx] Hz. Mûsâ (as) liderliğindeki bu zorlu yürüyüş, Tih çölüne doğru sıkıntı ve meşakkatlerle ve Allah’ın bol ikram ve nimetleriyle devam ediyordu. Su istediklerinde su, yiyecek istediklerinde kudret helvası ve bıldırcın eti onlara ikram ediliyordu. Üzerlerinde ise bir bulut onları gölgelendiriyordu. Bu, onların seçilmişliğine en büyük alametti. Ama içlerinde bu kutsal davaya layık olmayanlar da vardı ve onlar bir bir ayıklanıyordu.
Bir gün birisi öldürülmüş ama katili bir türlü bulunamamıştı. Aslında Allah’a teslimiyetleri tam olsaydı bu olay çözülürdü. Ama Allahu Teâlâ onların hiç hoşuna gitmeyecek bir yöntemle bu faili meçhul olayı aydınlatıyordu. Kur’ân’ın en uzun sûresine verilen ismin arka planında yer alan bu olayla İsrâîloğullarının bilinçaltında var olan ineğe kutsiyet anlayışı deşifre ediliyor ve kutsadıkları inek kendi elleriyle boğazlatılarak bu sıkıntı gideriliyordu. Az daha kesemeyecekleri inek konusunda Mûsâ (as)’ın ciddiyeti onları mecbur bırakmıştı. Kesilen hayvanın bir parçasıyla ölüye vuruluyor, bununla öldürülmüş o insan diriltiliyordu. Allah’ın ölüleri diriltebileceği ama ineklerin hiçbir kimseyi diriltemeyeceği, kendilerini bile koruyamayacakları bizzat uygulamayla onlara gösterilmiş oluyordu. Vurulan ineğin parçasıyla ölü dirilmiş ve katilini haber vermişti. Böylece toplumsal bir sıkıntı Allah’ın mucizesiyle çözülmüştü. Ayrıca inek inancı da yerle bir edilmişti.[xxxi] Ama bu olaydan sonra İsrâîloğullarının kalbleri yine katılaştı, taş gibi oldu. Hatta taştan da katı hale geldi.[xxxii]
İsrâîloğullarından Söz Alınıyor
Yüce Allah bitip tükenmek bilmeyen nankörlüklerinden sonra İsrâiloğullarının üzerine Tûr Dağını kaldırarak onlardan söz aldı. Allahu Teâla bu hadiseyi bizlere şöyle hatırlatıyor: “Hatırlayın! Bir zamanlar Tûr Dağını üzerinize kaldırarak, Tevrat’a göre yaşayacağınıza dair sizden söz almış ve şöyle demiştik: “Size verdiğimiz Kitaba bütün gücünüzle sarılın, içinde olanları hatırınızda tutun. Belki böylece Allah’a karşı gelmekten sakınırsınız.”[xxxiii] Mürşidiniz sizi en doğruya iletecek olan Allah’ ın kitabı olsun. İneklerle uğraşmayın. Aklı, fikri olmayan zavallı bir hayvanın ne kutsallığı olabilir. Âlemlerin Rabbinin apaçık nimetleri üzerinizde olmasına rağmen bu inadınız niye? Allah’ın peygamberleri aranızda olduğu halde onları bu kadar üzmeniz ne kadar doğrudur?
Benî İsrâîl’in Değişimi
Daha düne kadar en büyük zalim olan Firavun’u hiç üzmediğiniz halde Hz. Mûsâ ve Hz. Hârûn’ a karşı cesaretiniz nereden geliyor? Yoksa sizler de Hak olan davayı Firavun gibi zayıf görüp küçümsüyor musunuz? Zalimlerin sonu belli olduktan sonra siz neden zalimler gibi davranmaktan korkmuyorsunuz? Sizler seçilmiş insanlarsınız. Allah’ ın size nimetleri sayısız. Zulme uğrarken kime sığınıyordunuz? Yoksa siz dünyaya, rezil bir hayata razı mı oldunuz? İzzetli bir hayat, şerefli bir mücadele sizin nefislerinize ağır mı geliyor?
Benî İsrâîl’in büyük çoğunluğunun kalpleri taş kesildi. Onlar; Allah’ın kelâmını tahrif ettiler, Münâfıklık ettiler. Kuruntularına inanıp, “sayılı günler dışında bize azab dokunmaz” dediler, Söz alındı, söze uymadılar. “Kan dökmeyeceksiniz” dendi, kan döktüler. Birbirlerini öldürdüler. “Yurtlarınızdan birbirinizi çıkarmayın” dendi, ahireti dünyaya değiştiler. Görünmeyen Allah’a kul olmak yerine görünen ilâhlar istediler.
Add new comment