عَنْ عَبْدِ اللَّهِ قَالَ سَأَلْتُ النَّبِىَّ صلى الله عليه وسلم أَىُّ الْعَمَلِ أَحَبُّ إِلَى اللَّهِ قَالَ : الصَّلاَةُ عَلَى وَقْتِهَا
Abdullah İbn Mes'ud radıyallahu anh şöyle demiştir:
Nebî sallallahu aleyhi ve sellem'e, “Allah katında hangi amel daha sevimlidir?” diye sordum;
“Vaktinde kılınan namazdır”buyurdu.[1]
Çevrenin İslâmileştirilmesi ile namaz arasındaki irtibat ilk bakışta fark edilemeyebilir. Oysa en kısa ifadesiyle İslâmî çevre, namaz çevresidir. Zira mü'minlerin gönül yurdunu aydınlatan İslâm imanı, ifadesini söz olarak kelime-i şehâdet'te, fiil olarak namaz'da bulur. Bir başka deyişle İslâm aksiyonu namazla günlük hayata intikal eder. Namaz kendine has özellikleriyle câmiyi, câmi çevresinde temizlik mahallerini, eğitim-öğretim müesseselerini ve diğer sosyal kurumları gerektirir. Böylece namaz, İslâmî çevrenin merkezini oluşturuverir. Gecesiyle gündüzüyle yirmi dört saatlik bir gün bu merkezde değerlendirilir. Açıkçası namaz, mahiyeti itibariyle olduğu gibi maddî tezahür açısından da “dinin direği”dir. İslâmî yapılanmaya, yerleşime ve şehirleşmeye yön veren temel ibadettir.
Odak noktası
İslâm’ın doğuşundan beri gözlemlenen İslâmileştirme hareket ve faaliyetlerinin odak noktası hep namaz olmuştur. Putperest Mekke toplumu, İslâm’ın tevhid çağrısının uygulamasını namazda görmüş, İslâmî çevreye karşı tepkisini de Kâbe’de namaz kılmak isteyen Hz. Peygamber ve öteki mü'minlere mâni olarak göstermiştir. Gerek bu tepki gerekse“Namaz kılarken bir kulu namazdan alıkoyanı gördün mü?”[2] ayetindeki tehdit ve sûrenin sonunda namaza devam edilmesinin emredilmesi, çevrenin İslâmileştirilmesinde namazın yerini açık-seçik göstermektedir. Nitekim Hz. Peygamber’in ve mü'minlerin uygulaması da bu istikamette gelişmiş, İslâmileşme bu yolla sağlanmıştır. Namaz çevresinin oluşturulmasına imkân bulunamayan Mekke'den ayrılmak zorunda kalan Hz. Peygamber, daha Medine'ye varmadan yolda, ilk fırsatta Kuba'da hemen bir mescid yaparak çevrenin İslâmileştirilmesini başlatmıştır. Medine'de yapılan ilk iş de Mescid-i Nebevî'nin inşasıdır. Namaz ibadeti eski Yesrib'e yeni kimliğini, medineliğini kazandıran temel unsur olmuştur. O günden bu yana Müslümanlar her nereye gidip yerleşseler, ilk ve temel meseleleri namazın ikâmesi olmuş ve yeni çevrelerin İslâmileştirilmesi hep bu yolla sağlanmıştır. Zaten âyet-i kerime de Müslümanları:
“Mü'minler (o kimselerdir) ki, kendilerine yeryüzünde iktidar verdiğimiz takdirde (zorbaların yoluna sapmayıp)namazı kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar. Bütün işlerin sonu Allah'a aittir.”[3]diye tanıtmaktadır.
Bu âyet, “Rabbimiz Allah'tır” dedikleri için Mekke'den zorla çıkarılmış olan ilk Müslümanların, başta Medine olmak üzere yeni yerleşecekleri ve söz sahibi olacakları yerlerde, o yerlerin İslâmileştirilmesi için neler yaptıklarını ve yapmaları gerektiğini belgelemektedir. Çağın gündeminde giderek daha ciddî bir şekilde yer alan İslâm, Türkiye’nin Avrupa Topluluğu’na girme teşebbüsü dolayısıyla ülkemizde de iyiden iyiye gündeme gelmiş bulunmaktadır. Müslüman Türkiye’nin, Hristiyan Avrupa Topluluğu’na alınması, her iki tarafta ne tür gelişmelere sebep olabilir, bunun detaylı tetkik ve ince hesapları yapılmakta, diğer dünya ülkeleri de gelişmeleri kendi gelecekleri ve çıkarları bakımından dikkatle izlemektedirler.
Aslında Müslümanlar açısından durum açıktır. Ne yapılması gerektiği bilinmektedir. Yerleşme imkânı bulunan her yerde yapılacak iş, namazın ikamesi, yani çevrenin İslâmîleştirilmesi, zekâtın verilmesi, ekonomik problemlerin çözülmesi; emr bi'l-ma'ruf ile sistemin yerleşmesinin ve yaygınlaşmasının sağlanması; nehy ani'l-münker'le de yabancı unsurların İslâmileştirilmiş çevreden uzak tutulmasıdır. Bu âyet, “İslâm iktidar olursa?” diye ödleri kopan kimi çevrelere de açık cevaptır. Beğenseler de beğenmeseler de...
Bilinen bir başka gerçek de, “güçleri yeterse” imansızlar cephesinin, Müslümanları dinlerinden döndürünceye kadar mücâdele edecekleri[4] ehl-i kitabın da dinlerine tâbi olmadıkça Müslümanlardan asla razı olmayacaklarıdır.[5] İşin endişe veren noktası da bize göre buradadır...
Günün gerçeği
Çevrenin İslamileştirilmesinin namaz fikriyle gerçekleştirildiği, bulundukları yerde namazı ikâmeye çalışanların yani câmi çevresinde halkalananların yabancı kültür muhitlerinde de olsa erimedikleri, bunun tam aksine böyle bir düşünce ve yaşayıştan uzak kalanların, ayetin ifadesiyle namazı zâyi' edenlerin, kendi değerlerine yabancılaştıkları eriyip kayboldukları Avrupa ülkelerindeki işçilerimizin sergilediği günün inkâr edilemez gerçeğidir.
Öte yandan çevrenin İslâmileştirilmesinde namaz düşüncesinin ne ölçüde müessir olduğunu, bu düşünceden yoksun olarak inşa edilmiş bir apartman dairesinde oturmak zorunda kalan Müslüman aileler ve lüks otellerde bir-kaç gece geçiren Müslümanlar herkesten daha iyi anlayacaklardır. Abdest almanın bile nasıl modern işkence haline geldiğini göreceklerdir.
Yüce Kitabımız Kur'an-ı Kerim'in ısrarla üzerinde durduğu konuların başında namazın ikamesi gelmektedir. Hiç şüphesiz bu ısrarın çok büyük bir anlamı bulunmaktadır. O da gönüllerin ve çevrenin İslâmileştirilmesinde, İslâm toplumunun kurum ve kuruluşlarının oluşturulmasında ve yaşatılmasında namaz ibadetinin üstlendiği görevdir. Namaz, dinî disipline kendi şartları ve çevresi içinde sahip çıkmakla sonuçlandığı gibi, namazı zayi etmek de şehvetlere esir düşmekle neticelenmektedir. Ayet bu gerçeği gözlerimizin önüne şöyle sermektedir:
“Onlardan sonra (öyle) nesiller geldi ki, namazı zayi ettiler, şehvetlerine uydular. Bunlar da azgınlıklarının karşılığını görecekler.”[6]
Namazı terkeden, diğer dinî görevleri daha rahat bir şekilde terkedebilecektir. Bu sebeple dinî fikrin sürdürülmesi de namaza devamla mümkündür. Câmi çevresinden uzaklaşan beyinler, şu ya da bu ölçüde İslâmî düşünce ve yaklaşımlardan da uzaklaşacaklar, yabancı unsur ve propagandalara şöyle veya böyle kanacaklar, dayanma güçlerini büyük ölçüde kaybedeceklerdir. Bundan dolayıdır ki, Yüce Kitabımız, Müslümanlardan namazların korunmasını, namaza devam edilmesini istemektedir. Hatta namaz kılmalarına, namaza devam etmelerine rağmen belli bir isteksizlik, tembellik ve gevşeklik içinde olanları bile ciddî şekilde uyarmaktadır:“Vay haline o namaz kılanların ki, kıldıkları namazın değerine aldırış etmezler, gösteriş yaparlar...”[7]
Namaz ibadetinin her hal ü kârda mümkün olan şekliyle ama mutlaka kılınması gereği, hatta Şafiî mezhebinde namazı terketmenin küfür sayılmış olması ve bu görüşe mesned teşkil eden hadisler, ‘Müslümanım’ diyen kişinin çevresine vermesi gerekli mesaj açılarından düşünüldüğü zaman daha bir anlam kazanmaktadır. Nitekim İslâm’dan rahatsız olanların da ilk itiraz noktaları hep namaz fikrinden doğmuş müesseseler olmuştur. Meselâ 1 Mayıs 1987 tarihli gazetelerde bir inkârcının şu sözleri yer alıyordu: “Coşkulu ve akılcı yönetimimizin daha ilk sabahında, sosyalist hükümetimizin daha ilk gününde okul ve resmî dairelerdeki câmi ve mescidlerin tümünü kapatacağımızdan hiç kimsenin kuşkusu olmamalıdır. Sosyalist hükümetimizin daha ilk sabahında minarelerdeki tüm hoparlörleri indireceğimizi şimdiden açıklamayı yararlı buluyorum. Kimsenin, özellikle emekçi yığınların sabah uykusunu ezanla böldürmeyiz.”
Yakın geçmişte, milletçe yaşadığımız azgın anarşi döneminde sokakların bomboş olduğu, balkona çıkmanın bile cesaret meselesi kabul edildiği sabah ve akşam saatlerinde namazlarını ikame için câmi ve mescitlere devam eden çoğu yaşlı Müslümanlar, o günlerin en cesur kahramanları ve mücahidleriydi. Çünkü onların bu davranışları çevrenin İslâmî havasını sürdürmekteydi. Esaret altındaki Müslüman ülkelerde sayıları az da olsa câmiye devam eden, namazlarını ikameye çalışan Müslümanların ne tür bir cihad içinde oldukları açıktır.
Sözün özü, Yüce Kitabımızdaki tespit ve irşadlar, tarih ve günümüzden sunduğumuz olumlu-olumsuz örnekler çerçevesinde, çevrenin İslamileştirilmesi açısından namaz ibadetinin yeri ve Hz. Peygamber’in onu,“Allah katında en sevimli amel” olarak vasıflandırması, sanırım şimdi daha iyi anlaşılmaktadır. Hem namaza hem de vaktine dikkat etmek, bir anlamda hem zamanın hem de mekânın yani çevrenin tümüyle Müslümanlaştırılmasını sağlamaktır. Her sene hep birlikte yaşanılan Ramazan hayatı da bunu büyük ölçüde ispat etmiştir. O halde Müslüman, kendi çevresini oluşturma hak ve görevini hatta işçiliğini, namaz düşüncesi ve uygulamasını hayatına hâkim kılmakla yerine getirmiş olacaktır. Böyle olunca bu kutlu ve sevimli ibadete vaktine özen göstererek devam etmekten ve onun sebep olduğu çevreye sahip çıkmaktan başka geriye ne kalmaktadır?
Add new comment