Muhacirden Mülteciye
Tarihin akışına yön veren önemli olaylar vardır. Bu olaylar sadece muhataplarını değil bir bütün olarak insanlığı etkilemektedir. Hicret de tarihin gidişatına yön vermiş bu tür hadiselerden biridir. Bu nedenle İslam Tarihi’nde Hz. Peygamber’in (a.s) risâlet ile gönderilmesinden sonraki en önemli hadisenin hicret olduğunu söylemek yanlış olmasa gerektir. Zira hicret ile beraber sadece Müslümanların değil insanlığın gidişatı değişmiş, yeni bir döneme girilmiştir. Bu yeni dönemin sadece Arap Yarımadası’na değil yeryüzünde mevcut olan tüm medeniyetlerin gidişatına önemli tesirlerde bulunduğuna tarih tanıklık etmektedir.
Hicretin sahip olduğu bu genel etki Müslümanlar söz konusu olduğunda daha da somutlaşır. Bu nedenle Kur’ân ayetleri Mekkî-Medenî şeklinde bir ayırıma tâbi tutulur; Hz. Peygamber’in (a.s) başka din ve kültürlere mensup olan toplumlar ile olan münasebetlerinde iki döneme dair farklı tutumlar sergilediği kabul edilir; şer‘î ahkâmın karakterinin hicret ile beraber farklı bir şekil aldığı görülür. Müslümanların hicreti bu kadar önemsemelerinde birçok etkenden söz etmek mümkündür. Bunlardan biri, Mekke’den hicret eden ve Muhacir olarak isimlendirilen ilk Müslümanlar ile onları bağrına basan Medine mukimleri olan ve Ensar olarak isimlendirilen Müslümanlar arasındaki ilişkidir.
Muhacir ile Ensar arasındaki ilişkiyi tarihte benzeri olmayan bir yere yükselten en temel husus hiç şüphesiz Medine yerlilerinin, vatanlarını, yuvalarını, ailelerini, akrabalarını, sahip oldukları mal ve mülkü bırakarak kendilerine yönelen Mekkeli Müslümanlara karşı takındıkları tavırdır. Zira Ensar, Mekke’de zor şartlar altındayken ilahî emirle Medine’ye gelen Muhacirleri insanlığın kıyamete kadar gıpta ile anacağı ve benzerini bir daha göremeyeceği bir fedakârlıkla karşıladı. Burada Mekkelilerin yardan ve serden geçerek arkalarına hiç bakmadan ellerinin tersiyle bütün dünyalıkları bir kenara itmeleri kadar, Medinelilerin karşılıksız ve büyük bir fedakârlıkla ortaya koydukları kardeşliğin de altını çizmek gerekir.
Ensar’ın tavrında kardeşliğin baskın gelmesi, Mekke’den Medine’ye gidişi bir göç ve iltica olmaktan çıkarmış, hicrete dönüştürmüştür. Bunda Ensar’ın, Mekke’den gelen kardeşlerine sığınmacı olarak bakmayıp onları Muhacir olarak görmelerinin büyük rolü olmuştur. Bu tutumun bir sonucu olacak ki hicret edenlerden biri olan Hz. Peygamber’i (a.s) kendilerine lider olarak görmüşlerdir. Ne Hz. Peygamber’i (a.s) ne de onunla beraber kutlu yolculuğa çıkan hemşerilerini incitecek bir tutum içerisine girmemiş; aksine onlara birçok kez iltifatta bulunarak bağırlarına basmışlardır. Zira Medineliler Mekke’den gelenlerin bulundukları yerlerde kendileri gibi bir hayat sürdürdüklerinin farkındaydılar; Medineliler Mekke’den gelenlerin büyük ticari faaliyetler yaptıklarının farkındaydılar; Medineliler Mekke’den gelenlerin asil insanlar olduklarının farkındaydılar; Medineliler Mekke’den gelenlerin büyük acılar sonucu kendilerine geldiklerinin farkındaydılar ve her şeyden önemlisi Medineliler Mekke’den gelenlerin ilahî takdir ile kendilerine yöneldiklerinin farkındaydılar. İşte bu farkındalık, hicret edenlerin geride bıraktıkları acıları unutmalarını sağlamıştır.
Tarihte birçok defa evlerinden ve yurtlarından ayrılmak zorunda kalan nice toplumlar olmuştur. Ancak hiçbir ayrılık veya göç, hicret olarak isimlendirilmemiştir. Bunda göç edenler kadar onları karşılayan, onları yanlarına alanların tavrının belirleyici olduğunu söylemek mümkündür. Her göçün arkasında büyük acılar ve onulmaz yaralar bulunmaktadır. Bunları azaltan ve etkisini unutturan tek bir şey vardır: Kucak açanların tutumu. Göç edenlere sığınmacı, mülteci, kamplarda yaşamak zorunda kalan insanlar gibi muamele edilmesi halinde acıların unutulamayacağı, belki de daha da artacağı aşikârdır. İslam Tarihi’ndeki hicreti iltica ve sığınmadan ayıran en temel husus, daha önce ifade edildiği üzere Ensar’ın tutumudur. Ensar, Muhacir’i çadır kentlere, mülteci kamplarına yerleştirmedi; evlerine yerleştirdi, ocaklarını paylaştı. Ensar, Muhacir’e insanî olmayan bir ücret vererek onları zor işlerde çalıştırmadı; kendi işlerine ortak etti. Ensar, Muhacir’e geri döneceklerini, geçici bir süre kendilerine sığınmacı olarak geldiklerini ima etmedi; onlara Medine’nin aslî unsurları gibi davrandı. Ensar, Muhacir’e yapılan haksızlıklara göz yummadı; hukuku onlara da teşmil ederek adaleti ayakta tutmaya çalıştı. Ensar, Muhacir’i kendi öz nefislerine tercih etti.
İşte bu tutum ve davranışlardır ki üzerinden onlarca asır geçmesine rağmen Müslümanların övündükleri bir kardeşlik destanı tesis edildi. Müslümanlar hicreti ve bunun sonunda ortaya çıkan Ensar-Muhacir kardeşliğini büyük bir övünç vesilesi olarak görseler de bugün onların aynı tutumu sergilediklerini söylemek oldukça güçtür. Hicret edenlere karşı ortaya konan tutum ve davranışlar bir yana, kavramsal düzeyde dahi yuvalarını terk edip kendilerine yönelen insanları mülteci ve sığınmacı olarak isimlendirip ötekileştirmekteler ne yazık ki. Hâlbuki kavramlar zihin dünyasının dile yansıyan somut göstergeleridir. İnsanlar içlerinde ve belleklerinde olanı dillerine dökerler. Dolayısıyla kimi zaman gelişigüzel kullanılan bir kelime aslında belki de bir tutumun bilinçli olmayan bir yansımasıdır. Bu bağlamda her bir kavram bir tavır ve duruşu ifade eder. Muhacir yerine sığınmacı ve mülteci kavramlarının günümüzde kullanılması bunun somut bir göstergesidir. Zira mülteci ve sığınmacı kavramları; bize ait olmayan, ötekileştiren, yüreğe basmayıp minnet ile bazı haklar tanıyan bir içeriğe sahiptir.
Bu kavramların günümüzde hâkim hale gelmesinde, hicret ruhunun Müslüman toplumlarda unutulmaya yüz tutmasının rolü büyüktür. Zira Müslümanlar, artık muhacirleri mülteci ve sığınmacı olarak görmekte, Allah’ın arzının geniş olduğunu unutmakta ve dışlayıcı bir tutum benimsemektedirler. Oysaki hicret bazı zamanlarda kaçınılmaz hale geldiğinde, her Müslüman’ın başka hiçbir hesap yapmadan yüreğini ve kapısını kardeşlerine açması beklenir. Ancak bu ruhtan uzaklaşıldığı için tarihte örneklik teşkil eden Ensar-Muhacir kardeşliğini bırakın, mültecilerin temel haklarını koruyacak düzenlemeler dahi yapılamamaktadır.
Müslümanlar bu konuda Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (The United Nations Higy Commissioner for Refugees/UNHCR) gibi kurumların programlarını takip etmenin ötesine geçememektedir ne yazık ki! Nazi Almanya’sından kaçarak Amerika’ya sığınan mültecileri korumak için kurulan Hükümetlerarası Mülteci Komisyonu’nun (Intergovernmental Committee on Refugees/IGCR) bir devamı olarak faaliyetlerini sürdüren Uluslararası Mülteci Örgütü (International Refugee Organization/IRO) gibi kurumların yerini alan UNHCR’in, Ensar-Muhacir kardeşliği ruhunu tesis edemeyeceği de ortadadır. Bu kuruluşların tamamı, mülteci kamplarında zor yaşam şartları altında hayatlarını sürdüren insanlara yardım etmeyi ve onlara destek olmayı amaçlamaktadır. Hâlbuki problemin kaynağı, yerini-yurdunu terk edenlerin muhacir olarak görülmeyip mülteci/sığınmacı olarak algılanmasıdır. Müslümanlar için hicret eden insanların dışlanarak kötü muamele görmesi gibi bir durum söz konusu olmayıp aksine muhacirler, geldikleri toplumun asli unsurları olarak görülmelidirler. Ancak günümüzde Müslümanlar ne yazık ki bu üst düzey ahlakî tutumu yansıtmak bir yana, bahsi geçen mülteci kuruluşlarının sahip olduğu bakış açısını dahi yakalayabilmiş değiller.
Medine’yi medeniyet beşiği ve selamet yurdu kılan, yeni sakinlerine kucak açan ve onlarla bir medeniyeti beraber inşa eden ruhtur. Müslümanlar günümüzde bu ruhtan uzaklaştıkları için artık muhacirden değil mülteciden, kardeşlikten değil sığınmacıdan söz edilmektedir. Ensar-Muhacir kardeşliği yeniden tesis edilmedikçe hicretin, göçün, ilticanın neden olduğu sorunların çözüme kavuşması mümkün gözükmemektedir.