Aksâ'dan Koşarak Gelen
“Onlara, elçilerin geldiği şu şehir halkını misal ver.Onlara iki elçi göndermiştik. İkisini de yalanlayınca Biz de üçüncüsüyle onları destekledik. Onlar: Biz size gönderilmiş elçileriz, dediler.” (Yasin 36/13-14)
Meşhur rivayete göre gönderilen üç elçi Hz. İsa (a.s)’nın havarileri Yuhanna, Pavlus ve Şem’unü’s-Safa; şehir Antakya, şehid edilen kişi de Habib b. Musa’dır. Habib-i Neccar olarak tanınan bu kişinin, ipekçilik ya da marangozluk (neccar) yaptığına, cüzzam hastalığına yakalandığı için şehirden uzak bir yerde oturup ibadetle meşgul olduğuna, iman ettiğini açıklayıp halkı da iman etmeye çağırınca taşlanarak ya da hızarla başı kesilerek öldürüldüğüne inanılır. Müfessirlerin çoğunluğu bu rivayeti aktarmakla beraber rivayetin sıhhati konusunda bazı eleştiriler getirmekten de geri durmamışlardır.
Ufkumuzu açması açısından bu kıssayla alakalı yapılan diğer yorumu da paylaşmak isteriz:
“Üç elçi Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed peygamberler; şehir üç büyük dinin ortaya çıktığı kültürel çevre; şehid edilen kişi de ilk iman edenler ya da her dinde bulunan inanmış azınlıktır. Halkın, gönderilen elçilere ‘Siz de bizim gibi birer insansınız.’diyerek karşı çıkmaları elçilerin peygamber olduğunu gösterir. Çünkü bu ifade, peygamberleri kabul etmeyen inkârcı toplumların klasik sözüdür. Ayrıca Hz. Muhammed’in peygamberliğinden bahsederken ‘Kendisinden öncekileri tasdik edici olarak’ (Âl-i İmran 3/3) gönderildiğinin belirtilmesi, O’nun Hz. Musa ve Hz. İsa’yı desteklemek için geldiğinin delilidir.”[1]
Kıssayla ilgili rivayet ve yorumlar bunlarla sınırlı değildir. Aslında kıssa, Kur’an-ı Kerim’de sadece bir vakıa olarak anlatılmıştır. Birbirini tekzip eden farklı rivayetlerin peşinden koşmak yerine kıssadaki hisseyi almak daha yerinde olacaktır. Zira bu kıssanın mesajını almamızda yer ve kişilerin katkısı olsaydı herhalde ayeti kerimede belirtilirdi. Bu bağlamda şöyle düşünebiliriz: Gönderilen elçiler bizi ‘sırat-ı müstakim’e çağıran her unsur, şehir ise yaşadığımız çevredir. “Cennete gir!” denilen kişi de hayatını imanına şahit kılan bizler oluruz inşallah. Yoksa… Yoksa helak edilen kavim arasında yerimizi alırız.
Kıssayı inceleyecek olursak…
Bir değil, iki değil, tam üç elçi… O da yetmiyormuş gibi bir de destekçi… Kur’an-ı Kerim, Peygamber Efendimiz, fıtrat, akıl, tabiattaki ayetler… ve daha nicesi Rabbimiz tarafından lütfedilen ve bizi Hakk’a çağıran elçiler gibidir. Rahman, kulunun iman etmesi için ne kadar çok fırsat sunuyor. Kul ise safa sürdüğünü zannetse de aslında nankörlük denizinde boğuluyor.
“Elçilere dediler ki: Siz de bizim gibi birer beşersiniz. Rahman’ın bir şey indirdiği yok; siz yalan söylüyorsunuz. Elçiler dediler ki: Rabbimiz biliyor; biz gerçekten size gönderilmiş elçileriz. Bizim vazifemiz, açık bir şekilde Allah'ın buyruklarını size tebliğ etmekten başka bir şey değildir. Bunun üzerine onlar: Doğrusu siz bize uğursuzluk getirdiniz. Eğer bu işten vazgeçmeyecek olursanız sizi taşlarız; başınızı belâya sokarız, dediler.Elçiler de cevaben dediler ki: Uğursuzluğunuz kendinizdendir. Size nasihat verilmesini mi uğursuzluk sayıyorsunuz? Aslında siz haddini aşıp kendine yazık eden bir toplumsunuz.” (Yasin 36/15-19)
O azgın millet, en başta elçinin insan olmasına karşı çıktılar. Onlar gözün görmediği, kulağın duymadığı insanüstü (hayali) bir varlığın elçi olmasını isterler ki sözde ilahlarına yapmak istediklerini onaylatabilsinler!
Kıssadaki elçiler, bize İslam’a davet metodunu ne güzel öğretiyorlar: Öncelikle insanlara karşı davetçi kimliğinizi ön plana çıkarmalısınız. “Biz size gönderilmiş Allah elçileriyiz! Kendimize ait bir düzen sunmuyoruz. Bu, sizleri de yaratan ve tekrar kendisine döndürüleceğiniz Rabbinizin isteğidir. İtirazınız varsa O’na iletin, (hâşâ) O’nu yargılayın.”Bu düşünce davetçinin muhatabına daha doğru yaklaşmasını sağlayacaktır. Karşısındakiler alay etmiş, inanmamış hiçbir önemi yok! Çünkü davetçi sadece elçidir.
Sizi çeşitli metotlarla sindirmeye çalışacaklar. Yöntemleri kimi zaman yumuşak kimi zaman sert olacak hatta öldürmeye bile kalkışacaklar. Çünkü o inkârcı güruh, sizin ön planda olmanızı istemez. Alt kademede bir çalışan olsanız önemli değil ancak etkisi/gücü olan bir konumda bulunmanız onları rahatsız eder. Yaptıkları haksızlığa, iffetsizliğe tahammülünüzün olmayacağını bilirler. İstedikleri gibi at koşturamayacakları içindir bu tepkileri. Ama unutmayın ne yaparlarsa yapsınlar, size düşen sadece tebliğdir. Sizi tahrik etmeye çalıştıklarında onların oyununa gelmeyin. Rabbinizin belirlediği ilkelere göre mücadelenizi yapın, amacınızdan sapıp da onların istediği gibi davranmayın. Seviyenizi düşürmeyin, İslam ahlakından asla taviz vermeyin.
Taşlama tehdidiyle sizi bastırmaya çalışıyorlar. Seslerinin bu kadar yüksek, tavırlarının bu kadar kaba olmasındaki sebep, kendilerinin haksız olduklarını bilmeleridir.
Uğursuzluk getirdiğinizi söyleyerek sizi susturmaya çalışmaları; aslında hem kendilerinin hem de kitlelerin iman etmelerinden korkmalarındandır. Hz. Salih’e de aynı iftira atılmıştı: “Sen ve beraberindekiler yüzünden uğursuzluğa uğradık.” (Neml 27/47) Kuddüs olan Allah’ı hayatlarının dışına atanlar, mahlûkata “uğurluluk/uğursuzluk” vasfını vererek maddenin esiri olurlar. Ebû Ubeyde ve Müberrid’in bu ayet yorumu, onlara verilebilecek en güzel cevap niteliğindedir: “Hayır ve şerden olan nasibiniz sizinle beraberdir, fiillerinizle dile gelir. Yani fiilleriniz hayır ise nasibiniz hayır, şer ise şerdir.”Uğursuzluğunuz kendinizden… Şirkten, küfürden daha büyük uğursuzluk mu olur!
“Derken bir adam şehrin öbür ucundan koşarak geldi. Ey kavmim, dedi, bu elçilere uyun! Kendileri doğru yolda olan ve sizden hiçbir karşılık beklemeyen bu kimselere uyun.” (Yasin 36/20-21)
Kıssanın verdiği ana mesaj Necip Fazıl’ın şu ifadesiyle örtüşüyor:
“Kim var?’ diye seslenilince, sağına ve soluna bakmadan fert fert ‘Ben varım!’ cevabını verici, her ferdi ‘Benim olmadığım yerde kimse yoktur!’ fikrini besleyici bir dâva ahlâkına kaynak bir gençlik…” İşte bizden istenen budur.
Üç elçiye karşı çıkacak kadar azgın bir topluluk ve onlara karşı tek bir yürek… Ey iman edenler! Çevrenizde insanları hakka davet edenler varsa hiç durmayın, nerede olursanız olun şehrin öbür ucunda (aksa’da) bile olsanız vakit kaybetmeden işi ciddiye alıp koşarak gelin, destek çıkın. Hz. Musa’ya şehrin öbür ucundan koşarak haber getiren, onu ölümden kurtaran adam gibi. (Bkz. Kasas 28/20) Kenar bir mahallede yalnız oluşunuz, güçsüzlüğünüz sizi korkutmasın. Unutmayın ki gücünüzü Rabbinizden alıyorsunuz. Eğer kimse yoksa hakkın temsilcisi siz olun. Bulunduğunuz yerde davanıza sahip çıkan olmazsa dünyanın öbür ucunda bile olsa kıymetini bilen birileri muhakkak çıkacaktır. Sonra yaparım derseniz ‘Bakara’ kıssasındaki ineği bir türlü kesmeyen İsrailoğullarına benzersiniz. Sonra mı ‘Erteleyenler helak olmuştur.’ hadisi mucibince… Allah muhafaza…
“Kıyamet gününde bir kişinin yakasına hiç tanımadığı biri yapışır. Adam ‘Benden ne istiyorsun? Ben seni tanımıyorum.’der. Yakasına yapışan kişi de: ‘Dünyadayken beni hata ve çirkin işler üzerinde görürdün de, ikaz etmez, beni o kötülüklerden alıkoymazdın.’ diyerek o kişiden davacı olur.”[2]
Davetinizi sözü eğip bükmeden net bir şekilde yapın. Karşınızdakileri sahiplenin, onların iyiliğini istediğinizi hissettirin.“Ey kavmim, dedi, bu elçilere uyunuz!” Kendisine değil de elçilere uymaya davet etmesi, davetçinin ne kadar yüce bir ahlaka sahip olduğunu gösterir. Nefsini öteleyen, kendine rant sağlamaya çalışmayan bir yaklaşım…Zaten tebliğ, belli bir menfaat ve ücret karşılığında yapılıyorsa o tebliğ değil, ticarettir. Din, çıkar vasıtası yapılmamalıdır. Birilerinden karşılık bekleyenler, işlerini çıkar beklediği kuruma/kişiye göre yaparak davalarından taviz verirler. İnsanların samimiyeti de bu şekilde ölçülebilir. Rabbinin vereceği karşılık yerine bir dünyalık peşinde koşan insanın peşi sıra gidilmemelidir.
“Hem ben niçin beni yoktan yaratana kulluk etmeyeyim! Sonunda siz de O'na döndürüleceksiniz. Ben hiç O'ndan başka ilahlar edinebilir miyim? Eğer Rahman bana bir zarar vermek istese onların (putların) şefaati bana hiçbir yarar sağlamaz; hiçbiri beni kurtaramaz. İşte o zaman ben apaçık bir aldanış içinde olurum.Ben, sizin Rabbinize iman ettim; beni dinleyin.” (Yasin 36/22-25)
Nasihati kendi üzerinden vermek (ben dili) en etkili yöntemlerden biridir. Diğer türlü o konumdaki biri, ‘sen dili’ kullansaydı muhatap, söyleneni suçlama olarak kabul edecek ve savunmaya geçecekti.
Muhtemeldir ki elçileri kabul etmeyen şehir halkı, onlara destek olan bu kişiye de karşı çıkmış hatta işkence yapmışlardır. Sonradan şehid edildiğini de hesaba katarak ayetler tekrar okunduğunda görülür ki bu iman eri, Allah’tan başka tanrılar edinmenin kendisi açısından imkânsız olduğunu hatta öldürülme pahasına böyle bir şeyi kabul etmeyeceğini ilan etmiştir.“En başta beni yaratan O, sonunda hesaba çekecek yine O… Aradaki kısacık dünya hayatını kendinin zannetmek, ne kadar hayret edilecek bir durum!” Fıtratın sorgulamasıdır bu. Doğru yolun fıtrata uygun olduğunu belirttikten sonra batılın değerlendirmesini yaparak diğer yolların insanı felakete nasıl sürüklediğine değiniyor. Ve: “Rabbinize inandım, beni dinleyin.” Kabul etmeseniz de o sizin Rabbiniz, kaçışınız yok, demiştir.
“Ona: Cennete gir, dendi. O ise “Keşke” diyordu.“Kavmim bilseydi, Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikram ettikleri arasında ağırladığını.” (Yasin 36/26-27)
Mükâfatın büyüklüğünden anlaşılacağı üzere davet erleri, dünyanın en meşakkatli yolunun yolcularıdır. Her türlü ezaya sabır gösterebilmeli, mükâfatı yalnızca Allah’tan beklemelilerdir. Bu yolda alay edilmek, işkence görmek, yakınlarını kaybetmek, yurdundan çıkarılmak… var. Kaybedecek bir kuru candan başka ne var ki! Onu cennet karşılığında asıl sahibine satmak... Daha kârlı bir ticaret varsa buyurun!
Bu zatın öldürülmeden önce çok ciddi eziyete maruz kaldığı hatta başının bedeninden ayrılarak insanlar ibret alsınlar diye şehirde gezdirildiği rivayet edilir. Bu ne büyük bir ruh yüceliği! Kendini öldürenleri affedip onların bile hayrını istiyor. Çünkü imanı ona, kişilere değil onların yaptıklarına karşı olmayı öğretmiştir. Bu kişi hakkında Rasûlullah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: “Bu şahıs kavmi için hayatı boyunca da ölümünden sonra da hep iyilik istemiştir.” İşte bize düşen, bu şahsın kim olduğunu araştırmaktan ziyade yüce ahlakını örnek almak olmalıdır.
“Biz ondan sonra, kavmine gökten bir ordu indirmedik; indirmeye gerek de duymadık. Yalnız korkunç bir ses onlara yetti; hepsi bir anda sönüp gittiler.” (Yasin 36/28-29)
Tek bir çığlık yetti onların kökünü kazımaya! Ezdikleri mazlum halkın çığlığı onların sonunu getirdi.
İman ve inkâr… Davasına sahip çıkan, canını hiçe sayan havari ve düzenini bozmak istemeyen kâfir… İşte ikisinin sonu da ortada...Seçin tarafınızı!