Add new comment

Dâru’l-Es’ad


Hz. Es’ad bin Zürâre (ra) ve arkadaşları, Akabe mevkiinde Hz. Peygamber (sas) ile ikinci defa buluşup görüşmelerinin ardından, meşhur Birinci Akabe Biatı olmuştu. Kalifiye elemana duyulan ihtiyaç nedeniyle, Peygamberimiz’den yetişmiş bir eleman istediler. Peygamberimiz (sas) de, her bakımdan çok iyi yetişmiş olan Hz. Mus’ab bin Umeyr’i, bu haklı istek üzerine Yesrib’e gönderdi.[1]

Yesrib’e gelen Hz. Mus’ab (ra), Hz. Es’ad ve arkadaşları tarafından büyük bir muhabbetle karşılandı. Peygamber Temsilcisi olarak yanlarına gelen bu çok özel insanı bağırlarına basan Yesrib’in ilk ve seçkin Müslümanları, bu çok özel Sahâbi’yi aralarında paylaşmakta zorluk çektiler. Her biri “Onu ben misafir etmek istiyorum; Mus’ab bizde kalmalı.” diyordu. Arkadaşları arasında üstün bir mevkii ve itibarı olan Hz. Es’ad (ra), bir yandan arkadaşlarına teşekkür ederken diğer yandan da olaya anında çözüm getirdi…

- Bu işte ilk teklif benden gelmiş, Rasûlullah’a bu durumu da ben arz etmiştim. Takdir edersiniz ki, Mus’ab kardeşimiz bizim evde kalmalı. Hepinizin bildiği gibi, oldukça geniş ve kullanışlı olan evimin bir odası, toplanmamız için de çok müsaittir. Eğer gönül koymazsanız bu büyük şerefe ben ermek istiyorum.

- Ey Es’ad, seni hepimiz sever ve sayarız. Dediğin gibi evin de bu işe çok müsaittir. Ama biz hepimiz Mus’ab kardeşimizi dinlemek için çok sık gelecek ve sizi de rahatsız etmiş olacağız!

- Böyle bir rahatsızlıktan onur duyarım. Ayrıca anlayışınız için de çok teşekkür ederim. Mus’ab kardeşimiz benim misafirimdir artık.

- Size zahmet vermiş olacağız, ey Es’ad!

- Zahmet değil rahmet olur ey Mus’ab! Evim, evindir artık. Başta ben olmak üzere, Allah ve Rasûlü’ne îmân ile şereflenmiş bu bir avuç insan da senin emrindedir.

- Emir de ne demek! Allah ve Rasûlü’nün rızası istikametinde hep beraber çalışıp çabalayacağız artık. Unutmayın ki, boşa geçirecek kısacık bir anımız bile yoktur!

- Önce eve bir yerleş, sonra hemen çalışmalara başlayalım inşallah.

Hz. Es’ad bin Zürâre (ra), çok kıymetli misafiri ile beraber, diğer arkadaşlarını da alarak evine götürdü. İzzet ikram esnasında bile yapacakları işleri konuşmuşlar, aralarına nasıl bir kalifiye elemanının geldiğini yakinen görüp müşahede etmişlerdi.[2]

Hz. Es’ad (ra), Hz. Mus’ab (ra) için evinde özel bir yer hazırlatmış, Peygamber Temsilcisi’ni buyur etmişti. Artık burada kalacak ve faaliyetlerini buradan yürütecekti.

Hz. Es’ad bin Zürâre’ye teşekkür ve dua eden Hz. Mus’ab (ra), bu güzel eve yerleşti. Hz. Es’ad’ın evi, her bakımdan ve her türlü faaliyetler için çok elverişliydi.[3]

İlahi nûr Medine’ye kadar uzanmış, Peygamber elçisi ve İslâm Tarihinin ilk Öğretmeni unvanını alan Hz. Mus’ab bin Umeyr (ra) vesilesiyle, Medine de aydınlanmaya başlamıştı…

Peygamber elçisi Hz. Mus’ab bin Umeyr (ra), insanları İslâm’a davet ediyor, Müslüman olanlara başta Kur’ânolmak üzere, İslâm esaslarını öğretiyor; onlara topluca cemaat halinde namaz kıldırıyordu. [4]

Bu haber dilden dile bütün Medine’ye yayılmıştı… Çünkü bu önemli haberi alanlar, yakınlarını da bundan haberdar etmişlerdi. Meraklarını yenemeyerek işin aslını öğrenmek isteyenler, hemen kalkıp Hz. Es’ad bin Zürâre’nin evine gidiyorlardı. Hz. Mus’ab (ra), Es’ad bin Zürâre’nin evinde kalıyordu ve orasını Dâru’l-Es’ad edinmişti…

Mekke’de Müslümanların toplanma ve eğitim görme evi Hz. Erkam’ın eviydi. Erkam evinden yani Dâru’l-Erkâm’da yetişmiş olan Hz. Mus’ab (ra), Medine Es’ad okulunun hocası olmuştu.

Mekke’de Erkam vardı… Medine’de Es’ad…

Es’ad bin Zürâre’nin bu evi Medine’nin Erkam’ı oldu. Dâru’l-Erkâm meşhurdu, ama Dâru’l-Es’ad o kadar bilinmiyordu.

Hz. Es’ad (ra), evini İslâmî çalışmalar için açtı. Hz. Mus’ab burayı merkez haline getirdi. Medine’de Dâru’l-Es’ad, merkez oldu; Dâru’l-Es’ad Merkezi

Hz. Mus’ab (ra), Peygamber Efendimizin temsilcisi olarak Yesrib’deydi artık. Bu kutsal görevi büyük bir aşk ve memnuniyetle kabul etmişti. Peygamber emrine can atmıştı.

Oysa daha yeni evlenmişti Hz. Mus’ab (ra). Evliliği ile beraber rahat ve huzura daha yeni kavuşmuştu. Ama Peygamber emri gereği, her şeyinden vazgeçip Medine’ye gitmek durumunda kalmıştı.

Hz. Mus’ab (ra), Rasûlullah  (sas)’in olmadığı bir yerde, O’nun adına ve O’nun emriyle Medine Müslümanları’nı yönetecek, İslâmî faaliyetler gerçekleştirecekti. Böylece Hz. Mus’ab bin Umeyr, İslâm Tarihinin İlk Öğretmeniolmuştu…[5]

Dâru’l-Es’ad Hocası Hz. Mus’ab (ra), oluşturduğu idari ve yönetici kadro ile beraber ilk toplantısını yaparak, çok ciddi çalışmalara başladı.

İçe dönük ve dışa dönük olmak üzere iki aşamalı çalışma programı tespit etti önce.

İçe dönük programının başında mevcut Müslümanları eğitmek geliyordu. Dışa dönük programının başında iseMüslüman olmayanlara İslâm’ı tebliğ etmek temel prensip olarak belirlenmişti.

Öyle bir ciddiyetle çalışılıyordu ki, içteki eğitim ile her Müslüman aynı zamanda birer örnek ve yetişmiş eleman olacak duruma geliyordu. Sadece Hz. Mus’ab (ra) değil, bütün Müslümanlar seferber olmuşlardı.

Öğrenmeleri gereken şeyleri zamanında öğrenmek ve hemen hayatlarına geçirmekle mükellef olduklarını çok iyi biliyorlardı. Neyi öğreniyorlarsa onu mutlaka hayatlarında uygulayarak, önce güzel örnek olmayla mesajlarını verip aynı zamanda tebliğ görevlerini de yapmış oluyorlardı. Sonra da, inceliklerine dikkat ederek, başkalarına anlatıyorlardı.

Böylece kısa sürede Yesrib, Medine olmaya hazırlanmaya başladı…

Mus’ab bin Umeyr’in yanına girenler bir hoş oluyorlardı. İçerdeki manevi hava onları da hemen etkiliyordu.

Hz. Mus’ab (ra), gelenlere İslâm’ı öğretiyorPeygamberimiz’i anlatıyordu. Sonunda da Kur’ân okuyunca, gelenlerin bütün vücutları ürperiyordu. Öyle bir hava içine giriyorlardı ki, hemen oracıkta İslâm’a can atıyorlardı…

Gönüllerinin tamamını şifa kaynağına verenler, bir dinlemeyle anlıyorlardı. Bu okunan kelâmın Allah Kelâmı olduğunu anlıyor ve hemen oracıkta İslâm ile şerefleniyorlardı[6]

Hz. Mus’ab (ra), kendisini görmeye ve dinlemeye gelenlere kısa hatlarla İslâm’ı anlatıyor, Peygamber Efendimiz’i tanıtıyordu. İslâm nûru ile nurlanıp, bir başka güzellikle şereflenerek değişmiş bir halde, evlerinin yolunu tutan bu seçkin insanlar, mesajın taşıyıcısı oluyorlardı.

İslâm gülistanına girip “sahâbe” olmakla şereflenen herkesin evinde, birbirine benzer sahneler yaşanıyordu. Bu güzel sahnelerden bir tablo örneği verelim…

Evine varıp selâm vererek hâl hatır soran sesinde ve nûr gibi parıldayan yüzündeki değişikliği fark eden ailesi, sormadan edemedi…

- Sesin de yüzün de değişmiş, bir başka güzelleşmiş, bir başka âleme girmişsin!

- Fark ettiniz demek!

- Fark etmemek için kör olmak lâzım. Bu güzelliği neye borçlusun acaba?

- Mus’ab bin Umeyr diye birini duydunuz mu siz?

- Hani şu Mekke’de Peygamber olduğunu söyleyen zâtın elçisi mi?

- Siz onu nereden biliyorsunuz?

- Medine’de onu duymayan mı kaldı?

- Siz de duydunuz demek!

- Duyduk tabi, çocuklarla beraber hepimiz duyduk. Şimdi de sen anlat bakalım, ne oldu?

- Mus’ab bin Umeyr ile görüştüm ben! Anlattıklarını dinledim. Hepsi aklıma yattı. “Peygamberimiz” derken o gül yüzüne yansıyan nûru gördüm! Bir de Kur’ân okumasını dinledim ve çok etkilendim! Sonra da, şey… Nasıl desem bilmem ki? Müslüman oldum! Şimdi sıra sizde! Siz ne diyorsunuz bu işe, Müslüman olmayı düşünür müsünüz?

- Sorduğun soruya bak. Sen bizi bakar kör, işitir sağır mı sandın? Peygamber elçisiyle bir defa görüşüp O’ndan Kur’ân dinleyerek İslâm ile şereflenen adamın yüzündeki ve sesindeki değişikliği gören bir aile, tereddüt eder mi hiç? Yani biz de girmek istiyoruz İslâm’a. Haydi bakalım, ilk tebliğini bize, kendi ev halkına yap. Anlat bize, nasıl girilir İslâm’a?

Gönül kapılarını ilâhi hikmete açan bu mübarek insanların evlerini, İslâm’ın nûru aydınlatmaya başlamıştı. Yesrib, böyle Medine olacaktı… Bu şekilde nasiplenen her aile, Hz. Mus’ab bin Umeyr’in sohbet halkalarının ayrılmaz birer parçası haline geliyorlardı. Mus’ab Öğretmen’in devamlı öğrencileri arasına giriyorlardı.

Öncelikle Kur’ân öğreniyorlardı ondan… İslâm esaslarını ilk ve en yetkili ağızdan öğrenip, hayatlarını o esaslara göre şekillendirmeye çalışıyorlardı.

İslâm nurdu, nurlandıracaktı… Aydınlıktı İslâm, aydınlatacaktı…

İslâm nûru bütün cihanı aydınlatmak için gelmişti öyle ya…

Hz. Mus’ab (ra) ve arkadaşları, insanlığın kurtuluşu için, geceli gündüzlü çalışıyordu. Îmân edip, İslâm gülistanına girenlerin, bir araya gelecekleri güvenilir bir yerleri, toplanacakları bir mekânları da vardı artık; Dâru’l-Es’ad…

Dâru’l-Es’ad; öncelikle îmân merkeziydi. Kur’ân talim yeriydi. Tebliğ mekânıydı. Sohbet eviydi. Tanışma ve kaynaşma yeriydi. Tevhîd merkeziydi. Davet mekânıydı…

Dâru’l-Es’ad bir okul oldu. Bir mektep, bir medrese oldu Dâru’l-Es’ad…

Îmân, amel, ilim ve hikmet merkeziydi. İnsanlar hidayet nuruna burada eriyorlardı. Görüşmeler, konuşmalar burada yapılıyordu. Yapılacak çalışmalar burada plânlanıyor, daha sonra da yapılan çalışmalar buradadeğerlendiriliyordu.

Hz. Mus’ab (ra), sevgili arkadaşlarıyla toplantılarını burada yapıyordu. Onlara burada Kur’ân okuyup öğretiyordu. Burada cemaat halinde topluca namaz kılıyorlardı.

İslâm ile şereflenenler, bu evde, Peygamber Temsilcisi’nin ağzından dökülen nurlu incileri topluyorlardı. Hemen her gün birkaç kişi bu kutlu eve gelir, küfrün ve inançsızlığın karanlığından kurtularak, îmânın huzuruna kavuşurdu.

İslâm’a girecek olanlar, buraya gelip Hz. Mus’ab ile görüşürlerdi. Yeni dine girenler, burada eğitilirdi. Medine Müslümanları’nın ilk rahmet toplumu burada oluşmaya başlamıştı.

Dâru’l-Es’ad, Tevhid’in atmosferinde birleşme mekânıydı. Allah’a kulluk hattı üzerinde buluşmanın yeriydi. Her şeyden önce, İslâm dairesine girenler, bu kutlu evde tam bir İslâmî anlayış ve ruh kazanıyorlardı.[7]

Hz. Mus’ab (ra) ve O’nun sevgili arkadaşlarıyla, aynı frekansta buluşabilmek için, bizler de evlerimizde Dârul’-Es’ad faaliyetleri yapabilsek, ne güzel olur değil mi?

Sivri dikenlerin istilâsından kurtulup, Gül’e yönelsek tümüyle! Gülistan haline getirsek evlerimizi! Her gün ve gecede olmasa da, Sahâbe-i Kirâm ile beraber Peygamberler Sultanı’nı davet etsek evimize! Şeref verseler bize!Kur’ân ve Sünnet eğitim ve öğretimi ile aydınlansa evlerimiz! Sözünü etmek bile bu kadar heyecan verirken, bu kutlu davanın özünü yakalayabilirsek, ne büyük bir şerefe ererek, ne hale geliriz acaba?

Peygamberler Sultanı, hayatımızın da sultanıdır çünkü…

Sallallahu aleyhi ve sellem


 


[1] Belâzürî, Ensâbu’l-Eşrâf, c. 1, s. 239; Kastallânî, Mevâhibu’l-Ledünniye, c. 1, s. 77.

[2] Diyârbekrî, Târîhu’l-Hamîs fî Ahvâli Enfesi Nefîs, c. 1, s. 317.

[3] İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, c. 1, s. 220; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüve ve Ma’rifetu Ahvâli Sahibi’ş-Şerîa, c. 2, s. 437.

[4] İbn Seyyidünnâs, Uyûnu’l-Eser fî Fünûni’l-Megazi ve’ş-Şemâil ve’s-Siyer, c. 1, s. 158.

[5] Mahmud Şâkir, et-Târîhu’l-İslâmî, c. 1, s. 338-339.

[6] Nedvî-Ansarî, Büyük İslâm Târihi Asr-ı Saadet (Peygamberimiz ve Ashâbı), c. 2, s. 196-198.

[7] Hâlid Muhammed Hâlid, Yeryüzü Yıldızları (60 Sahâbenin Hayatı), s. 27-34.

Yazar: 
Image CAPTCHA
Enter the characters shown in the image.