Öncüler
Peygamberimiz aleyhisselâm, Mekke müşriklerinin -saklamak üzere- kendisine bırakmış oldukları emanetleri sahiplerine iade edinceye kadar Mekke’de kalmasını, Hz. Ali’ye emretmişti.
Önce çok büyük tehlikeler atlatan Hz. Ali (ra), daha sonra rahatladı. Peygamberimiz aleyhisselâm’ın kendisine emanet ettiği emanetleri sahiplerine verecekti.
Ortam biraz durulunca, hemen harekete geçti. Mekke’de üç gün üç gece emanetleri sahiplerine vermek için uğraştı.
Bunun için de öncelikle herkesin duyabileceği yerlerde, yükseklere çıkıp haykırdı…
- Ey İnsanlar! Rasûlullah aleyhisselâm’ın yanında kimin bir emaneti varsa gelip beni bulsun! Ey emanet sahipleri, gelip emanetlerinizi alın! Rasûlullah aleyhisselâm’da emaneti olanlar, bana gelin ki, emanetinizi teslim edeyim!
Emaneti olanlardan biri dayanamayıp Hz. Ali’ye sordu.
- Siz hep böyle misiniz ey Ali?
- Nasılmışız biz?
- Size burada yaşama hakkı bile verilmediği halde, siz emanetleri sahiplerine vermek için çırpınıyorsunuz!
- Rasûlullah aleyhisselâm böyle buyurdu! O’nda kimin emaneti varsa gelip alsın!
- O çocukluğunda da, gençliğinde de, her zaman ve her yerde Muhammedu’l-Emîn idi!
- Yine öyledir, Muhammedu’l-Emîn’dir O (s.a.s)!
- Doğru söylüyorsun ey Ali; O Muhammedu’l-Emîn’dir (s.a.s)!
Üç gün boyunca emanetleri sahiplerine iade etmek için çırpınan Hz. Ali’nin (ra), nihayet üçüncü günün bitiminde işi bitmiş oldu. Böylece bütün emanetleri sahiplerine tek tek teslim ettikten sonra, Medine yolunu tuttu.
Geceleri yürüdü, gündüzleri gizlendi. Rabîulevvel ayının ortalarına doğru Kuba’ya vardı. Kuba’ya geldiği zaman, artık yürüyecek bir hâli kalmamıştı. Ayaklarının altı kabarmış, şişmiş ve yarılmıştı. Yarıklardan kan sızıyordu.
Peygamberimiz aleyhisselâm sürekli onu soruyordu. Bir haber aldıklarında hemen bilgi vermelerini istiyordu. Nihayet bir sahâbi beklediği haberi getirdi…
- Müjde yâ Rasûlallah! Ali geldi!
-“Onu hemen bana getirin!”
- Ayakları parçalanmış, yürümeye takati yok ey Allah’ın Rasûlü!
-“O zaman beni ona götürün!”[1]
Peygamberimiz aleyhisselâm hemen kalkıp, Hz. Ali’nin yanına gitti. Peygamberler Sultanı, Hz. Ali’nin bu hâlini görünce rahmet ve şefkatinden gözleri doldu. Çok sevdiği Hz. Ali’nin bu hâli, O’nu ağlattı. Hz. Ali’yi kucaklayıp bağrına bastı…
Hz. Ali’nin yorgunluğu ve bitkinliği, her hâlinden belli oluyordu. Ama o da çilenin bittiğini görüyordu artık. Allah’ın sadece insanlara değil, bütün Âlemlere Rahmet olarak gönderdiği Rasûlullah aleyhisselâm’a kavuştuğu an bütün yorgunluğunu unutuvermişti.
Peygamberimiz aleyhisselâm’ın mübarek eli, Hz. Ali’nin ayaklarını buldu ve ayaklarının altını eliyle sığadı. Bir yandan da iyileşmesi için Allah’a dua etti…
Hz. Ali (ra), bu mübarek elin serinliğini, yumuşaklığını ta kalbinin derinliklerinde hissetti. Aynı zamanda ayağındaki ağrılar da, mübarek elin dokunmasıyla birden kesiliverdi.
Acıları kesilip kendine gelen Hz. Ali (ra), anlatmaya başladı. Peygamberimiz aleyhisselâm’ın ayrılışından sonra, Mekke’de meydana gelen hadiseleri birer birer anlattı. Sonra da emanetleri sahiplerine teslim ettiğini haber verdi. Hz. Ali’den çok memnun olan Peygamberimiz aleyhisselâm, onun için özel dua etti.[2]
Sahâbe-i Kirâm, duruma göre birerli, ikişerli, üçerli, dörderli… gruplar hâlinde Mekke’den Medine’ye hicret etmişlerdi. Peygamberimiz aleyhisselâm da hicret etmişti. Fakat bulundukları ağır şartlar nedeniyle hicret edemeyenler de vardı.
Bu mustazaflardan biri de Hz. Suheyb bin Sinan (ra) idi. Allah yolunda işkencelere uğratılan kimsesiz Müslümanlardan biri olan Hz. Suheyb, Hz. Ali’den sonra, Medine’ye hicret maksadıyla Mekke’den yola çıkınca, Mekkelilerin bazıları arkasından yetiştiler.
- Sen buraya fakir ve hakir olarak geldin! Yanımızda erişemeyeceğin kadar bol servete eriştin! Sonunda da kendinle birlikte servetini alıp gitmek istiyorsun ha! Vallahi, işte bu olmaz! Sana izin vermiyoruz!
Hz. Suheyb (ra), bineğinden yere atladığı gibi hemen kendini uygun bir siperin arkasına attı. Çabucak ok çantasındaki oklarını çıkardı. Sonra da olanca gücü ile haykırdı…
- Ey Kureyş cemaati! İyi bilirsiniz ki, ben sizin en iyi ok atanlarınızdan birisiyim!
- Sen sadece bir tek kişisin ey Suheyb, bu hâlinle bize ne yapabilirsin ki!
- Vallahi, yanımda bulunan yay çantamdaki okların hepsini tek tek fırlatır, her okta mutlaka birinizi yere sererim!
- Okların bitince ne olacak?
- Oklarım bitince kılıcımı çekerim!
- Kılıçla bize nasıl güç yetirirsin?
- Ok ya da kılıç, bunlardan birisi elimde bulundukça bana yaklaşamazsınız!
- Yorulmayacak mısın peki?
- Allah kerimdir!
Hain müşrikler, bir yandan konuştururken bir yandan da Suheyb’i arkasından çevirmeye çalışıyorlardı. Çok iyi biliyorlardı ki Suheyb asla teslim olmazdı. Arkadan gelip bir anda yakaladılar. Neye uğradığını şaşıran Hz. Suheyb (ra), ne kadar çırpındıysa da ellerinden kurtulamadı! Elini kolunu bağlayarak, sürüyüp götürdüler. Kaçması mümkün olmayan bir hapishaneye kapattılar.
Buradan çıkışın imkânsız olduğunu görünce, başka bir yol denemek istedi. Hain müşriklerin sataşmaları esnasındaki sözleri arasında dile getirdikleri konuya döndü…
- Ben ne yaptım size? Ne istiyorsunuz benden?
- Bizim seninle bir işimiz yok! Mekke’ye fakir olarak geldin. Ama buradan böyle bir servet ile gidemezsin!
- Fakir olarak geldim, doğru. Ama yıllarca köleler gibi çalıştım. Bana bu malı siz vermediniz ki, şimdi böyle konuşuyorsunuz?
- Seni buradan bunca varlıkla göndermeyiz!
- Sizin bütün derdiniz benim servetim mi yani?
- Evet, bizim seninle işimiz yok! Servetini bize bırakırsan, bir şeyler düşünürüz!
- Yani ben size servetimin yerini gösterir, onu size bırakırsam; yolumu açar, beni serbest bırakır mısınız?
- Evet.
- Öyleyse malım sizin olsun, dinim benim!
- Malını bize bırak, gerisi senin olsun! Tercihini doğru yap!
- Her zaman olduğu gibi ben yine Allah ve Rasûlü’nü tercih ediyorum! Dinim benim olsun, malım-mülküm de sizin!
Hz. Suheyb (ra), bütün servetini onlara bırakınca hapisten çıkardılar. İstediği yere gidebileceğini de söyleyerek serbest bıraktılar. O da hiç zaman kaybetmeden Medine yoluna düştü. Rabîulevvel ayının ortalarında Kuba’ya gelip, Peygamberimiz aleyhisselâm’a kavuştu.
O sırada, Peygamberimiz aleyhisselâm’ın yanında Hz. Ebûbekir ile Hz. Ömer bulunuyordu. Önlerinde de Külsüm bin Hidm’in getirdiği, Ümmü Cirzan diye anılan hurma cinsinden, üzerinde yaş ve olgun hurmaları bulunan taze yapraklı salkım halinde hurma vardı.
Hz. Suheyb (ra), günlerce aç susuz kalmış, perişan bir hâle düşmüştü. Hemen kendini hurmalara attı. İkişerli üçerli yemeye başladı. Bir yandan da çok fena ağrıyan gözlerini ovuşturuyordu.
Onun bu hâline bakıp gülümseyen Hz. Ömer (ra), takılmadan edemedi.
- Yâ Rasûlallah! Suheyb ne yapıyor görüyor musun? Hem gözü ağrıyor, hem de yaş hurma yiyor!
Peygamberimiz aleyhisselâm da takıldı…
-“Hem gözün ağrıyor, hem de yaş hurma yiyorsun ey Suheyb!”
Hz. Suheyb (ra), bir yandan yemeye devam ederken bir yandan da cevap verdi:
- Ben onu gözümüm ağrımayan tarafıyla yiyorum yâ Rasûlallah!
Bu güzel cevaba hepsi gülümsediler. Rasûlullah aleyhisselâm ise artan bir gülümsemeyle şöyle buyurdu…
- “Ey Suheyb! Çok kârlı bir alış-veriş yaptın! Ebû Yahya, çok kârlı bir satış yaptın!”
- Yâ Rasûlallah! Hangi alış-verişten bahsediyorsun?
- “Ey Suheyb! Çok kârlı bir alış-veriş yaptın!”
- Senin yanına gelirken beni kimse geçmemişti! Herhalde bunu sana Cebrâil aleyhisselâm haber vermiştir!
- “Ey Ebû Yahya, satış kârlı çıktı!”
- Evet, ey Allah’ın Rasûlü! Hicret etmek için yola çıktığım zaman, müşrikler beni yakalayıp hapsettiler. Ben de servetimi vererek kendimi ve ailemi satın aldım!
Hz. Suheyb’in bu güzel hareketi karşısında Peygamberimiz şöyle buyurdu:
-“Suheyb kazandı! Suheyb kârlı çıktı! Ebû Yahya, satış kârlı çıktı!”[3]
Peygamberimiz aleyhisselâm, Hz. Suheyb’i tebrik ve takdir etti. Onun bu güzel hareketi üzerine şu âyet nâzil oldu…
“İnsanlardan öyleleri (de) var ki, Allah’ın rızasını almak için kendini feda eder. Hiç şüphesiz ki Allah da, kullarına karşı çok şefkatlidir.”[4]
Bir tarafta bunlar yaşanırken, bir diğer tarafta yüreği yanıp kavrulan biri vardı…
Peygamberler Sultanının Medine’ye hicret ettiğini, Kuba’ya kadar geldiğini haber alan Selmân, heyecandan kendini kaybedecek gibi oldu. Bir yolunu bulup biraz hurma alarak Kuba yolunu tuttu. Peygamberimizin mübarek huzuruna çıkınca nefesi kesilecek gibi oldu. Bu mübarek adam O muydu acaba? Gerçekten Peygamber miydi bu adam?
- Bir miktar sadaka vermem gerekiyordu. Bunu lütfen kabul buyurunuz!
Büyük bir heyecanla takdim ettiği hurmaları alan Peygamberimiz, verilen sadakayı olduğu gibi yanındakilere verdi. Ve yemelerini söyledi. Kendisi bir tane bile alıp yemedi.
-“Ben sadaka kabul edemem ve yine sadaka yiyemem!”
Bu manzarayı hayranlıkla izleyen Selmân, bir süre sonra müsaade isteyip kalktı. Dışarı çıktığında, aradığını bulmuşluğun mutluluğu okunuyordu yüzünde.
- Bu bir, geride ikisi kaldı!
Böyle söyleyerek evine döndü. Hz. Selmân tekrar bir şeyler hazırlayarak Rasûlullah aleyhisselâm’ın yanına gitti.
- Bunlar benim size hediyemdir, lütfen kabul buyurunuz!
Peygamberimiz aleyhisselâm, Hz. Selmân’ın getirdiği hediyeyi hem kendisi yedi ve hem de sahabilerine yemelerini söyledi. Ardından da Selmân’a dua etti.
-“Allah malını bereketlendirsin!”
Büyük bir memnuniyetle olayı izleyen Hz. Selmân, evinin yolunu tutarken bir yandan da olayı yorumluyordu.
- Bu iki, geride kaldı bir!
Bir zaman sonra Hz. Selmân tekrar Rasûlullah aleyhisselâm’ın yanına vardı. Peygamberimiz aleyhisselâm sevgili ashâbıyla birlikte oturmaktaydı. Hz. Selmân, selâm verdikten sonra, Rasûlullah’ın etrafında dolaşmaya başladı. Onun, bildiği bir şeyi araştırdığını anlayan Rasûlullah aleyhisselâm da ridasını kaldırdı. Hz. Selmân, Rasûlullah aleyhisselâm’ın sırtındaki Peygamberlik Mührü’nü gördüğü zaman atılıp onu öperek ağlamaya başladı. Rasûlullah aleyhisselâm, onu yanına oturtarak ne olup bittiğini sordu. Hz. Selmân da, buraya ulaşıncaya kadar başından geçen olayları anlattığı zaman, Rasûlullah aleyhisselâm ve orada bulunan sahâbîler onu hayretler içerisinde dinlemişlerdi.[5]
Peygamberimiz aleyhisselâm şöyle buyurmuştu…
“Öncüler dört kişidir: Arab’ın öncüsü benim! Rum’un öncüsü Suheyb’dir! Habeş’in öncüsü Bilâl’dir! Fâris’in öncüsü de Selmân’dır!”[6]
Sahâbe-i Kirâm’ın dedikleri gibi, bizler de Peygamberimiz’in bu buyruğuna “İşittik ve itaat ettik.” diyoruz.
Sallallahu aleyhi ve sellem…
[1] İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, c. 3, s. 22.
[2] Halebî, İnsânu’l-Uyûn fî Sîreti’l-Emîni’l-Me’mûn, c. 2, s. 233.
[3] Belâzürî, Ensâbu’l-Eşrâf, c. 1, s. 182-183; Hâkim, El-Müstedrek Ale’s-Sahîhayn, c. 3, s. 400.
[4] Kur’ân-ı Kerîm, Bakara, 2/207.
[5] İbn İshâk, es-Sîretü’n-Nebeviyye, s. 66; Ahmed bin Hanbel, el-Müsned, c. 5, s. 442-443; İbnü’l-Esîr,Üsdü’l-Ğâbe fî Ma’rifeti’s-Sahâbe, c. 2, s. 418-419; Diyarbekrî, Târihu’l-Hâmis fî Ahvâl-i Enfüsî Nafis, c. 1, s. 351-352; Hakemî, el-Kısasu’l-İslâmiye, c. 1, s. 187-189.
[6] Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebîr, c. 8, s. 34; Hâkim, el-Müstedrek Ale’s-Sahîhayn, c. 3, s. 284; İbn Adiy, el-Kâmil, c. 2, s. 507.