Üç Güzel - Üç Çirkin İş

عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم قَالَ : إِنَّ اللَّهَ يَرْضَى لَكُمْ ثَلاَثًا وَيَسْخَطُ لَكُمْ ثَلاَثًا يَرْضَى لَكُمْ أَنْ تَعْبُدُوهُ وَلاَ تُشْرِكُوا بِهِ شَيْئًا وَأَنْ تَعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللَّهِ جَمِيعًا وَأَنْ تَنَاصَحُوا مَنْ وَلاَّهُ اللَّهُ أَمْرَكُمْ وَيَسْخَطُ لَكُمْ قِيلَ وَقَالَ وَإِضَاعَةَ الْمَالِ وَكَثْرَةَ السُّؤَالِ

Ebû Hüreyre radıyallahu anh’ten rivâyet edildiğine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Hiç şüphesiz Allah, sizin üç şeyi yapmanızdan hoşnud olur; üç şeyi işle­menize de gadap eder:

Hiçbir şeyi ortak koşmaksızın yalnızca kendisine kulluk etmeniz,

Topluca Allah’ın ipine sımsıkı sarılmanız,

Allah’ın, yönetiminizi uhdesine verdiği kişiler hakkında samimi ve hayır­hah davranmanızdan hoşnud olur (ve bunların yapılmasını size emreder).

Dedi-kodu, mal zayii ve çok soru sormaktan hoşlanmaz (ve bunların ya­pılmasından sizi nehy eder).[1]

Bir-iki kelime değişikliği ile İmam Müslim tarafından da rivayet edilen hadîs-i şerîf,[2] gittikçe yoğunlaşan kültürel kirlenme karşısında İslâm ümmetinin kendine has kimlik ve dirliğini koruma yollarını gös­termektedir. Bu yönüyle fevkalade güncel ve dikkat çekicidir.

Önce hadisteki bir-iki ifade üzerinde durmak gerek. “Allah'ın her­hangi bir şeyden razı olması”, o şeyi emretmesi anlamına gelmektedir. Bir şeye “gazab etmesi” veya “çirkin görmesi” ise, onun yapılmasını ya­saklaması demektir. Yani gerek “rıza” gerekse “gazab” irade beyanı an­lamındadır. Bu sebeple hadisin tercümesi, bu nokta dikkate alınarak ya­pılmıştır.

Tevhid 

Gerek fert gerekse toplum olarak İslâm kimliğinin teşekkül ve ta­hakkuku, her şeyden önce tevhid inancına bağlıdır. Bu sebeple Allah Teâlâ'nın razı olup emrettiği üç fiilin ilki, “hiç bir şeyi ortak tutmaksızın yalnızca Allah'a kulluk etmek” olarak tespit ve ilan edilmiştir. Bu demektir ki tevhid inancının olmadığı yerde İslâm da yoktur. Tevhidin herhangi bir şekil ve sebeple dışlandığı yerde, İslâm kimliği dışlanmış, terk edil­miştir. O halde öncelikle ve özellikle yüreklerde tevhidi bütün hususi­yetleri ile birlikte diri tutmak gerekmektedir. Çünkü tevhid inancı, her şeyin başı ve Allah’ın rızasını kazanabilmenin ilk ve temel şartıdır. Çünkü tevhid, İslâm kimliğinin alâmet-i farikasıdır. Vazgeçilmezliği de buradan kaynaklanmaktadır.

İ'tisam

“Allah'ın ipine sımsıkı sarılmak”, İslâm kimliğinin korunmasını sağla­yacak temel prensiptir. Al-i İmran Suresi'nin 103. âyetini hatırlatan bu ifadenin anlamı içinde, Kur'an'ın açıklayıcısı Sünnetin de bulunduğu kesindir. Zira bir şeye sarılmak için önce onu tanımak ve anlamak gere­kir. Kur'an-ı Kerim'i, Müslümanlara Hz. Peygamber getirmiş ve tanıt­mıştır. Yani Sünnet, Kur'an'ı anlamanın ve dolayısıyla yaşamanın yolunu evrensel planda çizmiş ve örneklendirmiştir. Ümmet-i Muhammed'in dirliği ve İslâm kimliğinin sürekliliği, sünnetteki yorumuyla Allah'ın ipine yani Kur'an'a sarılmakla sağlanabilir. Allah Teâlâ Habibi’nden razı­dır. Onun yaşadığı ve biçimlendirdiği İslâm'dan da razıdır. O halde Al­lah Teâlâ'nın razı olduğu, “Kur'an'a sımsıkı sarılma” işini de ancak Sün­net-i Rasûl'e uymak suretiyle başarmak mümkündür. Nitekim Allah teâlâ, Hz. Peygamber’e şu gerçeği ilan etmesini emretmiştir: “De ki; eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyun!”[3] Efendimiz de İslâm kimliğini ve çizgi­sini sürdürebilmenin, Allah'ın Kitabı ve Rasulü’nün sünnetine sıkı sarıl­makla sağlanabileceğini açıklamıştır. “Size, sıkı sarıldığınız sürece sapıtma­yacağınız iki şey bırakıyorum: Allah'ın kitabı ve Nebisi’nin sünneti... “[4]

Gerek konuya ilişkin ayette gerekse hadisimizde yer alan “cemian/topluca” kaydı, İslâm kimliğinin ümmet çapında korunabilmesinin yo­lunu göstermektedir. Yönetici yönetilen, işçi patron vs. toplumun bütün kesimleri, Allah'ın ipine hep birlikte sarılmakla yükümlüdürler. Ümme­tin dirliği işte bu birlikteliğe bağlıdır. Ayetteki “sakın parçalanmayın” kaydı, hadisimizin Müslim'deki rivayetinde de yer almaktadır. O halde İslâm kimliği, ümmet olarak topyekûn Allah'ın Kitabı’na sımsıkı sarılmak ve ayrılık gayrılık peşine düşmemekle sağlanabilecektir. Ümmetin fikir ve uygulama birliğini -tabiî sebeplere bağlı bazı şekil farklılıkları olsa bile- sağlayacak olan yegâne esas, Sünnet'tir. Ümmet-i Muhammed hem kimliğini hem de dirliğini, sünnetteki yorumuyla Allah'ın Kitabı’na sarıl­makla sürdürebilecek, her türlü kültürel, ekonomik ve siyasi baskı ile kirlenme ve yozlaşmalara karşı kendisini ancak bu yolla koruyabile­cektir.

Hayırhahlık

“Allah'ın, yönetiminizi kendilerine tevdi ettiği kişilere karşı samimi ve ha­yırhah davranmanız” ifadesi, her şeyden önce, yöneticiliğin büyük bir emanet ve sorumluluk olduğunu, bunu üstlenmiş olanların iyiliğinin istenmesinin gerektiğini anlatmaktadır. “ed-Dinu'n-nasiha”[5] hadisinde de olduğu gibi, din yani İslâm, ihlâs ve hayırhahlık, iyilikseverlikten iba­rettir. Nasihat, karşıdakinin iyiliğini istemek demektir. Yöneticilerin iyi­liğini istemek de, yeri geldikçe onları ikaz ve irşad etmekle, haklarında hayır dua etmekle sağlanır. Meşru emirlerine itaat bu samimiyet ve ha­yırhahlığın başında gelir.

Yöneticilere karşı hayırhahlık, kimliğin korunması açısından fevka­lade önemlidir. Zira kimlik kaybı ya da aşınması, daha çok siyasi ve idari tasarruflar yoluyla yani devlet eliyle gerçekleşir. Bunun sayısız örnekleri görülmüş ve görülmektedir.

İslâm kimliği ve ümmet dirliği noktasından meseleye baktığımızda, yöneticilere karşı hayırhah davranmak, asla onların yanlışlarını kabul­lenmek anlamına gelmez. Tam tersine o yanlışları düzeltmek için gayret etmek, bazı fedakârlıkları göze almak demektir. Bir başka ifade ile hayır­hahlık sadece ahlakî bir güzellik değil, sosyal bir hareketlilik, medenî cesaret ve diriliktir. Toplum tepkisi, kamuoyu baskısı ve uyarısı demektir. Günü­müzde “demokratik hakların kullanımı” gibi sözlerle anlatılmak istenen­leri hadisimiz “hayırhahlık” olarak Müslüman’ca ve dostça ifade etmiştir.

Tevhid, i'tisam ve hayırhahlık, Allah Teâlâ'nın İslâm toplumunda bu­lunmasından razı olduğu üç meziyet ve harekettir. Kimlik de dirlik de işte bu üçgenin içindedir.

Dedi-kodu / Söylenti 

Hadisimiz İslâm kimliğini korumaya ve ümmet dirliğini sürdür­meye olumsuz etkisi olan üç olayı da “Allah'ın hoşnut olmadığı, yasak­ladığı üç fiil” olarak dikkatlerimize sunmaktadır. Bunların ilki dedi-ko­dudur.

Dedi-kodu, asıllı-asılsız söylenti, fertler ve toplum kesimleri ara­sında güvensizliğin ve dağınıklığın baş sebebidir. Ümmetin bir kesiminin diğer kesim veya kesimleri hakkında söylentilere göre davranması bü­yük kargaşa ve açmazlara sebebiyet verir. Bu sebeple tahkik ve tetkik edilmeden her söylentiyi gerçekmiş gibi ciddiye almak, her habere inan­mak hiç kuşkusuz, müşterek değerlere sahip sosyal bünyeler için fela­ketlerin en büyüğünü oluşturur. Bu yolla toplumlar ve toplum ke­simleri yekdiğerine kolayca düşman edilir. Soğuk harbin, propaganda savaşının en geliştirilmiş metotlarının uygulandığı bir ortamda yaşayan bizler, konuya yönelik “ilahî hoşnutsuzluğun” ne anlama geldiğini galiba fiilen yaşamaktayız.

Basın-yayın organlarının güdümlü haberlerine karşı da son derece uyanık davranmak, “fasığın haberini tetkik”[6] emri gereğidir. Dedikoduya rağbet etmenin, gereksizlerle meşguliyet ve vakit zayii olduğu da unu­tulmamalıdır.

Mal Zayii

Gereksiz ve gayr-ı meşru yerlere harcamak suretiyle ekonomik de­ğerlerin elden çıkarılması da Allah Teâlâ’nın razı olmadığı bir davranış­tır. Bu, fert planında böyle olduğu gibi ümmet planında da böyledir. Elindeki imkânları akıllıca kullanmasını bilmeyen fert ve toplumlar, neti­cede başkalarına hatta düşmanlarına muhtaç olurlar. Olur-olmaz kişi ve kitlelerden ağır şartlarla kredi almaya, değilse çalıp çırpmaya mecbur kalırlar. Kredi almaya alışanlar, emir almaya da hazır olacağı için, kimlik ve kişiliğini korumakta büyük güçlüklerle karşılaşırlar. Kafa ve kalbini mi­desinin emrine verenler, siyasal ve kültürel kirlenmeye açık hale gelirler.

Eldeki ekonomik değerleri iyi değerlendirmek, korumak, geliştir­mek gerekirken lüzumlu yerlere gerektiği kadar harcamamak da “malın zayi” edil­mesi demektir.

Ekonomik değerlerine sahip çıkmayan milletler, sömürgecilerin işti­rasını kabartırlar. Hele de “mal zayii” ekonomik sistem haline getiril­mişse, felaketin boyutları fevkalade büyümüş demektir. Günümüzdeki kapitalist ekonomik sistemin acımasızlığının anlamı budur. İslâm kimliği ve ümmet dirliği, İslâm ülkelerindeki ekonomik değerlerin akıllıca kulla­nılmasına, düşmanlarına peşkeş çekilmemesine bağlı gözükmektedir. Ellerindeki ekonomik imkânları can ve vatan düşmanlarının silah sanayiine destek olacak şekilde kullandıran ümmet kesimlerinin vebali elbette çok daha ağırdır. “(Elinizdeki) nimetlere (şer’i şerif doğrultusunda sahip çıkıp) şükrederseniz, elbette onları arttırırım. Yok eğer (onların kadrini bilmeyip) küfran-ı nimette bulunursanız, bilesiniz ki azabım çok şiddetlidir.”[7] âyeti bu durumu açıkça ilan ve tespit etmektedir.

Kesret-i Sual

Hadisimiz son olarak, gereksiz ve henüz gerçekleşmemiş bir takım farazi sualler ile ortalığı karıştırmayı, faydasız teoriler ve tasarılarla top­lumu meşgul etmeyi Allah Teâlâ’nın gazab ettiği bir tutum olarak bil­dirmektedir. Zira din pratiktir, ameldir; farazî ve faydasız sorular ise, dinin bu temel vasfına ters düşer ve dindarları gerçekçilik ve pratiklikten uzaklaştırır. Çok sual sormak bir anlamda da aşırı tecessüs demektir. Bu ise zaten yasaklanmıştır.

Hadis şârihleri, kesret-i sual’ in, ihtiyacı olmadığı halde dilenmek, in­sanlardan ısrarla bir şeyler istemek anlamına geldiğine de işaret etmiş­lerdir.[8] Bu anlayışla da kesretü’s-sual Allah Teâlâ’nın asla razı olmadığı bir tutumdur.

İslâm kimliği ve ümmet dirliği açısından insanlarımızın, günlük ve pratik dert ve problemleri hakkında bilgi sahibi olmaları ve geleceğin, öz değerlerine zarar vermeyecek biçimde şekillenmesi için gayret etmeleri, eğitim-öğretim faaliyetleri içinde olmaları gerekir. Pratiği ve gerçekçiliği olmayan tartışma konularının peşine düşmemeleri, daima korumak zo­runda oldukları büyük değerlere sahip, kaygılı ve gayretli uyanık kişi ve toplumlar gibi davranmaları şarttır. Gazaptan kurtulup rızaya koşmak, ancak böyle gerçekleşebilecektir.

 



·          Bu yazı hocamızın izniyle Hadislerle Gerçekler adlı eserinden alınmıştır.

[1]              Muvatta, Kelam 20.

[2]              Bk. Müslim, Akdiye, 10.

[3]              Al-i İmran, (3), 31.

[4]              Muvatta, Kader, 3.

[5]              Buharî, iman, 42; Müslim, İman 95; Ebû Dâvud, Edeb 59; Tirmizi, Birr 17; Nesai, Beyat 31; Darimi, Rikak 41; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 351; II, 297; IV, 107.

[6]              Bk. el-Hucurât (49), 6.

[7]              İbrahim (14), 7.

[8]              Bk. Zürkani, Şerhu Muvatta, V, 478-479 .

Yeni yorum ekle

Image CAPTCHA
Enter the characters shown in the image.