Hacer ve yavrusu çok uzaklardan gelmişlerdi. Ama niçin geldiklerini bilmiyorlardı. Çölün ortasıydı. Hiç kimseler yoktu. Allah’ın arzı ne kadar da genişti. Çok uzaklara gelmişlerdi. Hacer, İbrahim’e baktı. O hiç konuşmadan dönüp gidiyordu. Dayanamadı ve sordu: Yâ İbrahim! Bizi bu ıpıssız yerlerde bırakıp nereye gidiyorsun? İbrahim (as)’ın sessizliği devam ediyordu. Böylesine halim ve selim biri için yavrusunu ve eşini bırakıp gitmesi olacak şey değildi. Hacer ikinci kez seslendi: Yâ İbrahim! Bizi buralarda kimlere bırakıp gidiyorsun? İbrahim’in sessizliğini görünce Hacer, bir şeyler olduğunu anladı. Ve üçüncü kez uzaklaşmakta olan İbrahim’e: Buraya hicretimizi Rabbim mi emretti? diye sordu.
İbrahim döndü ve tek cevap verdi: Evet. Hacer’in mukabelesi ise gâyet netti. “Öyleyse git. O bizi asla terk etmez.” İbrahim tepeyi aşıp iyice uzaklaştıktan sonra dönüp o tarafa bakarak ellerini kaldırdı ve Rabbine şöyle dua etti: “Ey Rabbim! Burayı güvenli bir bölge kıl ve halkına bereketli bir rızık bağışla.” (Bakara 2/126) Kureyş suresinden, bu duanın kabul olduğunu öğreniyoruz: “O ki, aç kalmasınlar diye onları beslemiş ve tehlikelerden güvende kılmıştır.” (Kureyş 106/4)
Bir belde güvenli ve halkı tok ise orada hayat olur. Din yaşanır, insanlar huzur bulurlar. Bu huzuru ve güvenli ortamın devamını din gerçekleştirir. Eğer din ortadan kalkarsa, onun arkasında ne güven kalır, ne de malın, mülkün bir yararı olur. İnsanların inandığı din, toplumda güçlü, samimi bir şekilde yaşanır ve inanç prensipleri de kalplerde iyice kök salarsa, güven tekrar geri gelir. Mal mülk insanlara fayda verir. Çünkü din; basireti, şerefi, hakkı, hukuku korur. Birlik ruhu oluşturur. Bu da vatana, mala, cana, güven ve huzur verir. Tarihte de bu şekilde olmuştur.
Allah katında din İslâm’dır.[1] Bir toplumu ayakta tutacak, onlara güven getirerek, açlarını doyuracak dinin İslâm olduğu bir gerçektir.
Bir millet, inanç noktasında doğru yoldan uzaklaşırsa, ahlakî ve sosyal seviyesi düşebilir. İnsanların ömürleri bir topluma göre kısa olduğu için onlar bu olayı fark edemezler. Ancak bu durumu Allah’ın yasalarından anlayabiliriz. Böylesi durumlarda kurtuluşun, sağlam inançta ve doğru prensiplerde olduğu bir gerçektir. Kur’ân, “Rabbimiz Allah” deyip, dosdoğru gidenlerin üzerine meleklerin ineceğini ve onlara “korkmayın, üzülmeyin ve cennetle sevinin”[2] diye müjde verileceğini ifade edilmektedir.
Sosyal prensipleri alt üst eden, ahlak ve inanç ilkelerini bozan azgın insanlar, böylesi dini duyguların yaşanmasına elbette müsaade etmeyeceklerdir. Onların kin ve öfkeleri dine ve dindarlara karşı çok büyüktür. Onların varlığını kabul etmedikleri gibi toplumda böylesi güzelliklerin yerleşmesine, yaşanmasına, kök salmasına, insanların karınlarının tok olmasına ve güven içinde yaşamalarına asla tahammül edemezler. Yaptıkları tek şey böylesi güzel insanların toplumdan tecrit edilmesi veya hayatiyetlerine son verilmesidir. Kanserli bir hücre gibi, sağlıklı, ahlaklı ve inançlı unsurları yok etmeye çalışırlar. Buna karşı dindarlar direnmek, güçlenmek ve dini ayakta tutmak zorundadırlar. Bu mücadelelerinde çaresiz kalınca İslâm buna hicret prensibiyle cevap verilmesini istemiştir. Ne pahasına olursa olsun, mallardan, canlardan, vatandan vazgeçilse bile bu dinden, bu inançlardan ve bu ahlaktan asla vazgeçilemez. Çünkü bu dini inançlar sayesinde vatan, vatan olacak; mal fayda verecek; canlar güven ve huzur bulacaktır.
Öyleyse hicret nedir? Sözlükte; terk etmek, ayrılmak, ilgisini kesmek anlamına ‘hecr’ veya ‘hicran’ mastarından isim olan hicret; “Kişinin her hangi bir şeyden ya bedenen ya lisânen ya da kalben ayrılması ya da onu bu yollardan biriyle bırakması, terk etmesidir.”[3] Ancak kelime daha çok “bir yeri terk ederek başka bir yere göç edilmesi” manasında kullanılır.
Terim olarak hicret ise bir ülkeden Müslüman olan (Dar’ül-İslâm ) ülkeye göç etmeyi ve özelde Hz. Peygamber’in ve Mekkeli Müslümanların Medine’ye göçünü ifade eder.
Kur’ân-ı Kerim’de Hicret
Kur’ân-ı Kerim’de hicret, Kur’ân’ı terk etme, (O’nu okumayı, anlamayı, yaşamayı ve onunla hükmedilmeyi terk etme);[4] bir kişiden, bir gruptan ayrılma;[5] kötü şeyleri terk etme;[6] Allah uğrunda başka bir yere göç etme;[7]küfür yurdundan iman yurduna çıkma (Mekke’den Medine’ye)[8] şeklinde geçmektedir.
Kur’ân’da, hicret olayıyla birlikte, onu gerçekleştirenlerin de önemine dikkat çekilmiştir: “(İslâm’da) birinci dereceyi kazanan muhacirler ve ensar ile onlara iyilikle tâbi olanlar (yok mu?) Allah onlardan razı olmuştur. Onlarda Allah’tan razı olmuşlardır. (Allah) bunlara içinde ebedi kalıcı olmak üzere altlarından ırmaklar akan cennetler hazırlandı. İşte bu en büyük bahtiyarlıktır.” (Tevbe 9/100)
Hadislerde Hicret
Hadislerde hicret ise “Muhacir, Allah’ın yasakladığı kötülük ve günahları terk eden kimsedir.”[9] Ayrıca Hz. Peygamber (sas) “Hecr (karışıklık), fitne zamanında yapılan ibadet, benim yanıma ( Mekke’den Medine’ye) hicret etmek gibidir.” buyurmuşlardır.
Tasavvufta Hicret
Mutasavvıflar, ahlak ve zühd ile ilgisine işaret eden âyet ve hadisleri dikkate alarak bu kavramı hem “haramları terk edip, kötülüklerden uzaklaşmak” hem de “nefsi tezkiye etmek maksadıyla yolculuğa çıkmak”, anlamında almışlar; “seyr-ü sülûk” dedikleri manevi yolculuğu da bir çeşit hicret saymışlardır.[10]
Tarihte Hicret
Büyük açılımlar kazandıran bu olay, bir tarih başlangıcı olmuştur.
Hz. İbrahim (as) Ken’an iline hicret etmiş,[11] Lut (as) bir avuç inananla birlikte yurdundan çıkmıştı.[12]
Hz. Şuayb (as) kavminin ileri gelen müstekbirleri “Ey Şuayb kesinlikle seni ve seninle beraber olan iman edenleri memleketimizden çıkaracağız yahut siz bizim dinimize döneceksiniz.” demişlerdi.(Araf 7/88)
Musa (as) geceleyin İsrailoğulları’nı hicret ettirmiş onları takip eden Firavun ve ordusu ise denizde boğulmuştu.[13]
Hz. Peygamberin ve arkadaşlarının Mekke’den Medine’ye göç edişi ise özel manada hicretin ifadesi olmuştur.
Hz. Ömer “Hicret hak ile batılın arasını ayırmıştır. Onu tarih başlangıcı olarak kabul ediniz.” diyerek hicretin gerçekleştiği seneyi birinci yıl kabul etmiştir.
Hicretin Kazandırdıkları
Hicret, ıslah edicilerin yoludur. Islah edicilerin, hicret etmek suretiyle davetleri yeni bir hız kazanmaktadır.
Hicret; musibete karşı sabır, ideal uğrunda sebat, fedakârlık, ferâgat ve zafere güven hususlarında derslerin en büyüğünü vermektedir.[14]
Hicret, Müslümanların hayatında kardeşlik anlayışına, siyasi açıdan büyük bir değişime, kapalı toplum olan Mekke ve Medine’nin açık bir topluma dönüşmesine imkân sağlamaktadır.
Medine İslâm Devleti’nin temelinin atılmasına, teşrîde de sosyal olayları içeren ahkâmı önceleyen âyetlerin inmesine sebep olmuştur.
Hicret, Müslümanlara olan baskıyı kırmış, İslâm davetinin yayılmasını bir disipline kavuşturmuştur. Müslümanların kendilerine güvenlerini arttırmış, ayrıca iktisadi ve ticari faaliyetlerini geliştirip, imkânlarının genişlemesine sebep olmuştur.
Muhacirler canlarını, mallarını ve vatanlarını, dinleri uğruna feda ederek çıktıkları bu kutlu yolculukta, umduklarının çok ötesinde genişlik, güzellik ve büyük lütuflarla karşılaşmışlardı. Ensar da bunlara kucak açarak bu güzelliklerden nasibini aldı. Muhacir ve Ensardan oluşan güçlü ve imanlı bir İslâm ordusu kuruldu. Hz. Âişe (ra)’nin deyimiyle; “Her kez dinini kurtarmak için kaçıyordu.” Sonuçta onlar dinlerini kurtarmakla hem canlarını hem de mallarını kurtardıkları gibi vatanlarını da kurtarmış oldular.
Bugün Hicret Anlayışı
Bugün hicret anlayışımızı Kur’ân ve sünnetin ışığında şöyle ifade edebiliriz:
Hicret bir yerden bir yere gitmekten çok, dinin ciddiyetle yaşanması ve insanlar arasında yaşatılmasıdır. Bunun için ise öncelikle kendimizi tekrar bulmaya, kalbi duyarlılığımızı arttırmaya, kötülükleri terk ederek çirkin ve fenalıklardan uzaklaşmaya, nefislerimizi mutlaka arındırmaya ihtiyacımız vardır.
- Yine dünyaya bakış açımızı değiştirip ilimlere sadece düşünsel açıdan bakmaktan çok, bizzat gezerek, görerek bakmaya, tarihi olayları böyle bir anlayışla tekrar değerlendirmeye ihtiyacımız var. Aslında bakış ve kavrayışlarda Kur’ân’ın yaklaşımına hicret etmeye ihtiyacımız bugün daha çoktur. “Yeryüzünde dolaşın da yalanlayıcıların sonunun nasıl olduğunu görün.” (Âl-i İmran 3/137) “Yeryüzünde hiç gezmediler mi? Ki kendilerinden öncekilerin sonunun nasıl olduğunu görsünler.” (Yusuf 12/109) Bu nedenle Kur’ân’ın kıssalarını hicret anlayışı ile tekrar okuyup anlamalıyız ki bizlerde farklılıklar ve farkındalıklar oluştursun.
- Müslüman bir kimse imandan hemen sonra, cihattan hemen önce, büyük bir esasla kesin bir emirle karşı karşıya bulunur. İç ve dış âlemden hicret… Toprağın ve ruhun derinliklerine doğru yol alma… Enfüste ve âfakta varlığa gelme… Yalnız doğulan yerden ayrılma değil gidilmesi gerekene doğru gerekli çabayı ortaya koyma…
- İçimize bir dönüş gerçekleştirmeliyiz. Modern dünyanın tutsağı olmadan, malayaniyi ve sorumsuz bir hayatı terk edip kalbimize yönelerek özgürlüğümüzün farkında olmalıyız. Ulusal ve uluslararası beşiklerde sallanmaktan vazgeçmeliyiz. Tv ekranlarının önünde, internet dünyasında ömrümüzü yok eden sörflerden, chatlerden, saatlerimizi alan sınırsız telefon konuşmalarından uzaklaşmalıyız. Özgürlüğümüzü hiçbir şeye değiştirmemeliyiz. Çünkü nefsini bilen Rabbi’ni bilir.
- Bizlerde olması gereken sorumluluk anlayışı ile donanmalıyız. En güzel yetenek ve kabiliyetlerin bizde olmasına gayret etmeliyiz. “Karakterimiz kaderimizdir.” düşüncesinden hareketle karakterimizi ahlakîleştirmeliyiz. Hicretimiz en güzel ahlakı tamamlamak için olmalıdır. Kalbimiz İslâm sevdası ile dolmalı, canımızdan aziz bildiğimiz Peygamberimizi örneklendirmede kalben, lisânen ve bedenen numune bir kişilik oluşturmalıyız.
- Kapitalizmin, bencilleştiren ve ferdîleştiren anlayışına karşı İslâm’ın birleştiren ve bizleştiren anlayışına hicret etmeliyiz. Halk içinde Hak ile beraber olma bilincini koruyarak iyiliği emreden ve kötülükten sakındıran güzel bir topluluk oluşmasını sağlamalıyız[15]
- Yaşadığımız çevreyi oluşturma ve bu çevreye güzellik katmaya hicret… İslâm’ın ilkeleriyle hareket eden pratik uygulama zemini oluşturup, güzel arkadaş ve komşularla örülmüş bir samimiyet çevresine; dost, arkadaş ve sorumlu kardeşler topluluğundan oluşan bir çevreye hicret etmeliyiz.
Sonuç
Allah’a kul olma bilinci çerçevesinde O’nun emrettiklerini bir bir uygulama alanları oluşturarak, kardeşlik ilkesini ihya gayreti içerisinde, dayanışma ruhu ile hareket etmek. Bütün bunları yaparken benden daha iyi olanı örnek alma gayretiyle hareket etmeliyiz ve bilmeliyiz ki “Bin teoriden, bir örnek daha iyidir.” En güzel örneğimizin ise Resûlulah (sas) olduğunu aklımızdan çıkarmamalıyız.
Unutmamalıyız ki ayrıldığımız asli vatanımız olan cennete dönme çabasına, Firdevs’in vârisi olma gayretine de “hicret” denir.
[1] Âl-i İmran sûresi, 19.
[3] Râğıb el-İsfehâni, Müfredâtu Elfâzi’l-Kur’an, h-c-r maddesi.
[4] Furkan sûresi, 30.
[5]Müzzemmil sûresi, 10.
[6]Müddessir sûresi, 5.
[7]Bakara sûresi, 218; Âl-i İmran sûresi, 195; Nisa sûresi, 87,97; Tevbe sûresi, 20.
[8] Enfal sûresi, 8/74; Haşr sûresi, 59/8 .
[9] Buharî, İman, 4; Ebû Davûd, Cihat 4, Vitir 11.
[10] Reşiduddin-i Meybüdi, I, 58.
[11]Ankebut sûresi, 26.
[12]Hud sûresi, 80; Hicr sûresi, 65.
[13]Yunus sûresi, 90; Taha sûresi, 77-78; Şuara sûresi, 60.
[14] Afif Abdülfettah Tabbara, s.59.
[15]Âl-i İmran sûresi, 104-110.
Yeni yorum ekle