Muhabbetle Kalın – I
“(Resûlüm!) De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız Bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir. De ki: Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.” (3 Âli İmran 30-31)
Âyet-i Kerime, ilahî muhabbete nail olmanın yolunu göstermektedir. Allah inancının ve nübüvvetin bizim için ne anlam ifade ettiğini açıkça ortaya koymaktadır. Allah’ı sevmenin sadece laftan ibaret olmadığı, diğer sevgilerde olduğu gibi bu sevgide de iddianın ispatı için bir bedel ödenmesi gerektiği vurgulanmaktadır. Çünkü sevginin büyüklüğü fedakârlıkla doğru orantılıdır. Sebeb-i nüzulü, âyetin mesajını net bir şekilde gözler önüne seriyor.
Bu âyetin:
a) Necran Hıristiyanlarının “Bizim İsa’yı ululayan ifadelerimiz onu sevdiğimizi belirtmek içindir.” demeleri,
b) Bazı Müslümanların, “Ya Resûlallah! Gerçekten biz Rabbimizi seviyoruz.” demeleri,
c) Yahudilerin “Allah’ın evlatları ve asıl sevdiği kişiler bizleriz.” demeleri,
d) Müşriklerin putlara secde etme gerekçelerini açıklarken “Biz bunlara sırf Allah’a olan sevgimizden ötürü ve bizi Allah’a daha çok yakınlaştırsınlar diye tapıyoruz.” demeleri üzerine nazil olduğuna dair farklı rivayetler vardır.[1]
“Sevgi, muhabbet” anlamına gelen “habbe” kelimesi, aynı zamanda çekirdek, tohum, öz, nüve manasına da gelmektedir.[2] Manasından yola çıkarak diyebiliriz ki: “Sevgi, varoluşun tohumudur, özüdür.” Yaratılış hikmetimiz sevgi ise, sevginin kime/neye ve nasıl olduğu hayatî öneme haizdir.
“Eğer Allah’ı seviyorsanız…” Resûlullah (sas), Müşrikleri, Yahudileri, Hıristiyanları ve Müslümanları ortak paydada buluşmaya davet ediyor: Allah. “Hani sizlerin de o çok sevdiği Allah var ya! O, sizden Bana tâbi olmanızı istiyor. Çünkü Ben de O’na teslimim: ‘De ki, ben özümü Allah’a teslim ettim, bana uyanlar da öyledir.’ ” (3 Âl-i İmrân 20)
“Onlara ‘Gökleri ve yeri yaratan kimdir?’ diye sorsan, elbette ki, ‘Allah’tır’ diyecekler.” (31 Lokman 25) Yaratıcı olarak iman ettikleri Allah’a, hayatlarını düzenleme yetkisini vermemektedirler. Oysaki “Yaratmak da emretmek de yalnız O’na mahsustur.” (7 Araf 54) ve “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir.” (5 Maide 44)
Niçin en çok Allah’ı sevmemiz gerekiyor? Çünkü “İnsan, ihsanın kuludur.” Sahip olduğumuz her şey, O’nun rahmetinin tecellisidir.
Resûlullah (sas), Allah’ı ve Resûlü’nü her şeyden çok sevmeyi, imanın şartı olarak saymıştır. Ebû Rezîn el-Akîl, kendisine: “Ey Allah’ın elçisi, iman nedir?” diye sorunca: “Allah ve Resûlü’nün, sana, her şeyden daha sevgili olmasıdır.”[3] buyurmuştur. Bir başka hadis-i şerif: “Hiçbiriniz, Allah ve Resûlü, kendisine her şeyden daha sevgili olmadıkça iman etmiş olmaz.”[4]
Bu hadis-i şerifler, şu âyet-i kerimelerle paralellik arz etmektedir: “İnsanlardan bazıları, Allah’tan başkasını Allah’a denk tanrılar edinir de onları Allah’ı sever gibi severler. İman edenlerin Allah’a olan sevgileri ise (onlarınkinden) çok daha fazladır…” (2 Bakara 165)
Fahreddin Râzî’nin de belirttiği gibi insanın kalbini, zihnini Allah’ı unutturacak derecede meşgul eden her şey âyette belirtilen varlıklar kapsamına girer. Şu halde Allah’tan başka bir şeye, -bu şey ister put, ister lider veya önder, isterse para, pul, mal, mülk, makam, mevki olsun- taparcasına bağlananlar, böyle bir şeyi Allah’ı sever gibi sevenler ve bu suretle, Kur’ân’ın bütün uyarılarına rağmen şirke sapanlar için artık kurtuluş ümidi yoktur.[5] Oysaki istenen “Allah gibi sevmek” değil “Allah için sevmek”tir.
“De ki: ‘Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesâda uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah’tan, Resûlü’nden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidayete erdirmez.” (9/Tevbe, 24).
Allah’ı çok sevmenin görüntüsü nasıl olacak? Sevgi, vermeyi; hayatında O’nun dışında olan tüm sevgilileri gerektiğinde O’na adamayı gerektirir. Karnındaki yavrusunu (Hz. Meryem) gözünü kırpmadan adayan Hz. Hanne gibi. Oğlunu Rabbi istiyor diye bıçak altına yatıran Hz. İbrahim gibi. Tüm dünyayı karşılarına alma cesaretini gösteren ilk iman eden ashâbı gibi. Malının tamamını bırakırken ardına bakmayan Hz. Süheyb gibi. Süheyb b. Sinan hicret edeceği zaman müşrikler “Mekke’ye fakir gelip aramızda zengin oldun. Şimdi de bütün servetini alıp gidiyorsun.” diyerek, ancak mallarını bırakırsa gidebileceğini söyleyince Süheyb (ra), tüm mal varlığını bırakıp hicret etti. Resûlullah (sas) ile karşılaştığında, Peygamberimiz ona: “Süheyb kazandı! Süheyb kazandı! Süheyb ticaretinden kâr etti.” buyurdular.[6]
Sa’d b. Ebi Vakkas (ra) gibi. Sa’d b. Ebi Vakkas (ra) iman edince annesi, oğlu eski dinine dönünceye kadar bir şey yiyip içmeyeceğine yemin etti. Ankebut sûresi 8. âyet nazil olunca Hz. Sa’d (ra) annesine “Anneciğim dilediğini yap. Allah’a yemin erdim ki yüz canın olsa ve hepsini teker teker versen yine de dinimi terk etmem.” dedi.[7]
Ve şehit olabilmek için harp öncesi Resûlullah (sas)’tan dua etmesini isteyen ashâbı gibi.
Sevmek bu işte… Candan, canandan, maldan, anadan, evlattan O’nun için geçebilmek. Biz de imanı, onlar gibi emek sarf ettiğimiz ölçüde kendimize mal ederiz. Aksi takdirde sevdiğini zanneden zavallılar konumuna düşeriz. Tefekkür etsek, kendimizi muhasebe etsek farkına varacağımız gerçekler ise hesap günü yüzümüze çarpılır. Fakat iş işten geçmiştir artık…
Böyle sevebilmenin ön şartı ise tanımak. İnsan ancak tanıyıp bildiğini sevebilir. Bize O’nu tanıtan ve O’nun isteklerini en doğru şekilde bildiren de yine O’nun bu iş için görevlendirdiği Resûlullah (sas)’tır. Demek ki muhabbetin kapısı Resûlullah (sas) imiş. İman ederek tutuşturulan ateş, Resûlullah (sas)’a itaat ile körüklenecek. Körükledikçe ateş büyüyecek…
Allah’ın Peygamber göndermesinde bile kullarına olan muhabbetini hissediyoruz. Bize olan sevgisinden dolayı, zorlanmayalım diye gideceğimiz yolu göstermiş. Tabii ki Resûlullah (sas) da bir yola tâbi: “Ey Muhammed! Seni din hususunda apaçık bir şeriat sahibi kıldık. Sen ona uy, bilmeyenlerin arzularına uyma.” (45 Câsiye 18)
Ve gönderdiği elçi de bizim gibi beşer. O’nu kulluğundan soyutlayarak yapılan bir itaat istenmiyor bizden. Kelime-i şehadette Hz. Muhammed (sas) ’in resullüğü ile birlikte kulluğuna vurgu yapılması boşuna değildir: “Hıristiyanların Hz. İsa (as)’ı ilahlaştırdığı gibi siz de aynı hatayı yapmayın. Vahyin yetiştirdiği Resûl’ün, vasfından ziyade şahsını ön plana çıkarmayın. Çünkü yaratandan gayrisini O’nun kadar sevemezsiniz. Velev ki insanların en şereflisi de olsa. Bu apaçık küfürdür. Kaş yapayım derken göz çıkarmaktır.”
Yazının devamı: Muhabbetle Kalın- II
[1] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’ân Yolu: I/395-396.
[2] Bakınız: Enam sûresi, 95; Rahman sûresi, 12.
[3] Ahmed bin Hanbel, IV/11.
[4] Nesaî, İman 2-4; İbn Mâce, Fiten 23; Ahmed bin Hanbel, IV/11.
[5] Fahreddin Râzi, Tefsir-i Kebir (Mefatihu’l Gayb), IV, 204.
[6] İbn Sa’d, et-Tabakatü’l Kübra, III/228, 229.
[7] Ahmed, Müsned, I/181; Kurtubi, el-Cami’u li Ahkâmi’l Kur’ân, XII/328.