Siyer Yazıları 3: Bulut
Tüm kâinata müjdelenmişti O’nun geleceği. Ben de herkes gibi, her şey gibi sabırsızdım, “Bir an önce gelse de yedi cihan dört bucak neşelense.”
Yeni doğan bebeklerin kundağına eğildim, büyümekte olan çocukların yüzüne yaklaştım, “Acaba O mu?” diye, heyecanla... “Ya vaktim geçer de O’nu göremeden dağılıp gidersem?” Endişesi içindeydim.
Bâzen, “Belki çoktan gelmiştir dünyâya. Kim bilir nerededir? O’nun yakınındaki bir kum tânesi bile ne kadar mesuttur!” diye düşünürdüm.
Derken bir gün kuvvetli bir rüzgâr esti. Güneşin yakıp kavurduğu, benden başka hiçbir bulutun olmadığı, duru, açık bir göğe sürükledi beni.
Şaşkınlık içinde, tanıdık bir bulut ararken aşağıdaki kervan dikkatimi çekti. O sırada rüzgâr bir daha esti ve beni kervandaki küçük bir çocuğun üstüne savurup gitti.
“En fazla on iki yaşındadır. Adımları hüzünlü. Yetim ve öksüz sanki. Elini sımsıkı tutuşuna bakılırsa, yanındaki adamı kaybetmekten korkuyor. Belki de yalnız kalmamak için katılmıştır bu kervana,” diyerek tâkip ederken yolcuların “Muhammed!” diye seslendiğini duydum. İsmi bir ışık gibi yükselip içime doldu. Genişledim, beyaza kestim. Anladım ki O’dur!
İşte, sonunda O’na erdim. Yaradan’ın şu uçsuz bucaksız göğünden aşağıdaki sarı toprağa düşen gölgem böyle şâdlık tatmadı.
Adımlarına eşlik ettim. Yol arkadaşı oldum. Sokağındaki taşa, bahçesindeki çiçeğe, kapısındaki kediye, O’nunla yaşayanlara imrenmedim. Çünkü daha güzeli, daha özeli düştü benim nasîbime. Yağmur toplayıp, rahmet düşürmedim toprağa ama âlemlere rahmet olanın başının üstünde gezdim! Görmesini bilen gözlere, “Burada bir rahmet kaynağı var,” diye işâret ettim.
Kervanı adım adım izledim. Kendimi güneşe siper edip Allah Resûlü’nü sıcaktan korudum. Orada son peygamberin bulunduğunu bilen tek şanslı varlık olduğumu düşünerek, şükrüme şükür eklerken yalnız olmadığımı öğrendim. Görmesini bilen bir göz, durumu fark etmiş.
Kendisine gölge olarak mübârek başının üstünde bekleyişim, O’nunla berâber durup, O’nunla berâber yürüyüşüm kervanı uzaktan izleyen Rahip Bahira’nın dikkatini çekmiş. “Allah’ın sevdiği bir kul onların içinde olmalı ki bir bulutu gölgelik yapması için görevlendirmiş,” diye düşünmüş ve merâkını gidermek için de mola veren yolcuları yemeğe dâvet etmek istemiş.
Busra’da mola veren yolcular, aynı yerden defalarca geçtikleri hâlde ilk defa karşılaştıkları bu dâveti şaşkınlıkla kabul ettiler. Ve Muhammed’i göz kulak olması için eşyâların yanında bıraktılar. Biz dışarıda beklerken, içeride yemek yiyen yolcularda hiçbir farklılık göremeyen Bahira, kervanda başka kimse olup olmadığını sormuş. Muhammed’in ay gibi parlayan yüzünü görünce de durumu anlamış.
Yemeğin sonunda Ebû Talip’in yolculuğu yarıda kesip yeğeni Muhammed’le birlikte Mekke’ye geri dönme kararından anladım ki Bahira, O’nun ileride şânı çok yüce bir insan olacağını ve zarar verme ihtimâli olan başka insanlardan korunması gerektiğini söylemiştir.
İşte o unutulmaz günden beri gökyüzünde dolaşıyor, diyar diyar savruluyorum. Ne zaman bir İslâm beldesinden geçsem insanların yüzüne eğiliyorum, ‘Acaba bunlar O’nu görmeden îman eden kardeşleri midir?’ diye, heyecanla...
Acaba Muhammed ümmeti de başını göğe her kaldırdığında, ‘Belki bu, Efendimiz’e gölge olan buluttur.’ diyerek beni anıyor mu?” Elini kalbine götürüp, “Allahümme salli alâ Muhammed!” diyor mu?