Bırakma Beni!
Sezgin KIZILKOCA
Efendim!
Her “kutlu doğum”un yıl dönümünde kalbime ince ince yağan hüzün yağmurlarının altında ıslanarak sesleniyorum sana…
Ne hazindir ki Sultanım, doğduğun gün ile öldüğün gün aynı. Bir taraftan âlemlere rahmet olmak üzere yeryüzüne teşrif ettiğin kutlu doğum günün, diğer taraftan ‘en yüce Dost’a’ giderek arkandan gelecek ümmetin için kıyamete kadar kapanmayacak hicran yarasının açıldığı gün.
Bizler Sensizliğe açtık gözlerimizi Efendim! Babalarımız doğar doğmaz ilk sana getirmediler bizleri. İsmimizi Sen koymadın. İlk yediğimiz lokma, ağzında çiğnediğin bir hurma parçası olmadı. Bizler Senin yanında büyümedik Efendim! Oyun halkalarımıza hiç katılmadın. Bizimle hiç kovalamaca oynamadın. Sonra yakalayıp, bağrına basıp sağ yanağımıza bir öpücük kondurmadın Efendim. Bize hiç “Beni seviyor musunuz?” diye sormadın ve “Allah biliyor ki sizi çok seviyorum.” demedin Sultanım. Senin elinden tutup da caddelerimizde gönlümüzce dolaşamadık Efendim.
Ve Sensiz büyümeye devam ettik. Kaç kez Seni görememekten canımız çıkacak gibi oldu da yanına gelip teskin olamadık Efendim. Kaç kez horlandık, dışlandık da Sen gelip: “Bırakın onu. O Allah ve Rasûlü’nü seviyor” demedin. Yıllar yılı ayağımızda prangalarla gezdik de, Ebû Cendel gibi ayaklarının önüne kendimizi hiç atamadık Efendim. Biz geceleri çok üşüdük de Huzeyfe gibi sabaha kadar dizinde hiç yatamadık Efendim. Kâbe imamlarından Kuran’ı kaç kez dinledik de, Senden tek bir ayet olsun duyamadık Efendim.
Bizler Sensiz büyüdük Sultanım! Hep şemailini okuyarak avunduk. Gözlerimizin önünde suretinin hayaliyle teselli olmaya çalıştık. Simsiyah gözlerde aradık gözlerini, hilal kaşlılarda aradık kaşlarını, heybetlilerde görmeye çalıştık vakarını. Alnındaki damarı aradık alınlarda. Göremedik Sultanım! Güzelliğine bir emsal bulamadık.
Bizler Sensiz büyüyoruz Sultanım. Yanımızda olmayışının acısıyla büyüyoruz. Seni tanıdıkça, mübarek lisanından süzülen bir hadisi duydukça sana daha çok bağlanıyoruz ve hasretine katlanmak daha zor oluyor Efendim.
Ne güzel tanıtmış Seni yüce Mevla… Sen el-Aziz olanın tanıttığı hâliyle azizsin. Bizler için büyük bir lütûf, âlemler için rahmet, etrafına ve çağlar ötesine nur saçan bir kandil, cennetle müjdeleyen, cehennemle korkutan, iyiliği en güzel hâliyle emreden; kolaylaştıran, zorlaştırmayan; sevdiren, nefret ettirmeyen; bize en güzel örnek, ümmetinin hidayeti için haris. Sen; bize rahmet olarak gönderenin tanıttığı kadar güzelsin. Sen; zerreden kürreye yarattığı tüm mahlûkât arasından “Habibim” diye vasfettiği için sevgilisin bizlere.
Sevgili! Ey sevgili!
Hani Allah Kuran’da diyor ya: “Eğer onlar nefislerine zulmettiklerinde yanına gelselerdi, günahlarının bağışlanmasını dileselerdi ve Peygamber de onlar için Allah’tan mağfiret dileseydi, Allah’ı çok affedici bulurlardı.”(Nisa 4/64), bizler de Senin yanına geliyoruz Sultanım. Baştan aşağı günaha batmış olarak. Ne Allah’a şanına layık bir kul olabildik, ne de sana, şanına layık bir ümmet! Huzuruna bizler için gösterdiğin iltifatın ve itinanın ufacık bir katresini dahi sana acizane ikram edememiş olmanın acziyeti içinde geliyoruz. Sessiz geceleri ümmeti için gözyaşlarıyla titreten Efendisinin aşkına mukabele edememenin sancısıyla geliyoruz Sultanım. Sevgine o kadar muhtaç bir çağda gözlerimizi açmamıza rağmen, Seni asrımıza ve insanlarımıza hakkıyla anlatamamanın ezikliğiyle iki büklüm huzuruna geliyoruz Sultanım. Mirasına bizleri varis kılması için Allah’a defaatle yalvarmasına rağmen, Seni çağında hakkıyla temsil edemeyenler topluluğu olarak huzuruna geliyoruz Sultanım. Canından daha çok sevdiğini iddia ettiği halde, sevgisinin alametlerini muska gibi yüreğine takamayanlar olarak geliyoruz Sultanım. Bu sevgiye şahit olacak gözyaşlarıyla seccadesini ıslatamayanlar olarak geliyoruz Sultanım.
Efendim!
Hani on dört asır evvel bir seslenişin vardı ya. Hani ashabının arasında demiştin ya “Ah ne olurdu, keşke kardeşlerimi görebilseydim!” diye. Hani ashab şaşkınlıkla sormuştu: “Ya Rasûlallah! Bizler Senin kardeşlerin değil miyiz?”. Ve Sen ruhlarımızı sevinçten kanatlandıran o meşhur sözünü söylemiştin: “Yok yok. Sizler benim ashabımsınız. Sizler beni gördüğü halde bana iman edenlersiniz. Ama sizden sonra öyle insanlar gelecek ki, onlar beni görmediği halde bana iman edecekler. Benden Kuran’ı dinlemedikleri halde onu tasdik edecekler. Yokluğum kalplerini sıktığında şöyle feryat edecekler: “Ah ya Rabb! Ne olurdu, Peygamber yanımızda olsaydı da, ne malımız olsaydı, ne de evladımız.”, diye. İşte onlardır benim kardeşim”
Sultanım!
Bir gelsen, bir görsen sensizliğe mahkûmiyetin bu küçücük yüreklere neler ettiğini. Sana hasret bu lisanın Peygamber sevgisinden neler söylediğini bir duysan. Bir baksan ism-i pâkini duyduğunda, “Muhammed” sedasıyla kalplerin yaralı kuş gibi nasıl çırpındığına. Bir şahit olsan ashabının ilkleri gibi genç olan kardeşlerinin, çağının sahabesi olabilmek için Mevla’ya nasıl yalvarıp durduklarına. Senin devrinden söz açanların sohbetlerinde, isminin geçtiği her karede gözlerin nasıl dolduğuna bir şahit olsan Sultanım! Bir şahit olsan Senden bahsederken sesi titreyenlere, kalbi sıkışanlara.
Nasip olur mu ya Rasûlallah! Senin ravzana yüz sürmek için üç ay Necid Çöllerinde dönüp dolaşmış; geceyi, dağları derdine ortak etmiş, yıldızları uyku nedir bilmeyen kirpiklerine şahit tutmuş, Senin Azab-ı hecrine 53 yıl dayanmış ve sonunda kabrinin demir parmaklarına alnını dayayarak sızlanmış ve son söz olarak “Ya Rasûlallah! Artık dayanamam Sensizliğe. Ne olur, ayırma bu hasta ruhumu eşiğinden.” diyerek yerlere yığılmış ve bir daha kalkamamış Sudanlı gibi hasretliğin doruğa çıktığı bir anda hasta ruhumuzu o hasretin şehbaliyle kanatlandırmak ve sana kavuşmak nasip olur mu ya Rasûlallah? Bizler şahit olduk Senin hak sözüne. Diyorsun ki: “Eğer başınıza katlanması güç bir musibet gelirse hemen beni hatırınıza getiriniz. Zira benim yanınızda olmayışımdan daha ağır bir musibet yoktur.” Şahidiz ya Rasûlallah. Yokluğundan daha büyük bir derdimiz yok. En büyük yaralar birer birer kapandı da, hicranının yarası bir türlü kapanmadı.
Bırakma beni Sultanım! Ne olur bırakma beni! Bir parça yer aç, tutunayım eteklerine. Bir tebessümünü sakla benim için. Bir damla gözyaşın girsin kalbime ki, bilmekteyim birisi benim için. Nur-i Muhammedi hatırına ihya olsun. Karartıdan kasvetten kurtulsun. Sultanımın aşkı gönlümün tepesine otursun. Kavuşsun yitirdiği değerlere. Anlamına kavuşsun artık “ölmeden önce ölmek”, “hesaptan evvel hesaba çekilmek”.
Bırakma beni Sultanım! Biliyorum hakkım yok bunu dilemeye. Günahkâr ellerimle elini tutmaya hakkım yok. Hakkım yok yüzüne gülmeye, ne de gülümsetmeye kendime. Ama Efendim, hani diyorsun ya, “benim şefaatim ümmetimden büyük günah sahipleri için”. Olsun, razıyım. Eğer erişeceksem şefaatine, eğer zikredilecekse ismim mübarek lisanın ile razıyım ümmetinin en günahkârı olmaya.
Şefaatine talibim, aşkına talibim, sana talibim.
Efendim tut beni, ne olur tut beni…