Yeni yorum ekle

Yağmurlara Karışmak…

 

…dünyanın en güzel melodisinin, bir kalbin atışı

olduğunu söyleyebilirdi soranlara

Son cümlesini yazdı. Son noktayı da koydu. Gazete için hazırladığı haber metnini tamamlamıştı. Yazı bittikten sonra gözden geçirilmesi gerekiyordu ama bunu sabaha bıraktı. Bilgisayarındaki birkaç fazlalığı sildi. Mail kutusunu temizledi. İnternet seçeneklerine geldi. Ve bir tuşla ‘geçmiş’i de sildi.

Ne güzel, geçmişi silmek için bir tuş yetiyor sanal diyarda. Keşke gerçekler dünyasında da belleği silebilecek bir tuş olsa… ya da hayatı resetleyebilecek bir program… Kapatıp açılınca gözler, tüm sorunlar hallolsa mesela…

Her neyse, bunları düşünmenin sırası değildi. Uyumalıydı. Bilgisayarını kapattı. Gözlüğünü masaya bıraktı. Ayağa kalktı. Lambayı söndürdü. Çalışma odası hala aydınlıktı; sokak lambalarının ışığı odayı aydınlatıyordu. Uykulu bir şekilde gerindi. Tam odadan çıkıyordu ki, kütüphanesindeki kitapların göz kırptığını gördü. Uyumamışlardı. Zaten bir türlü uyumazlardı, uykusunu kaçırmak için insanların… “Yok bu sefer olmaz, çok yorgunum…” Tekrar kapıya yöneldi ama diğerlerini gördü, “Dur, gitme!” diyorlardı; duvarda asılı fotoğraflar, sehpanın üzerine özensizce bırakılmış dergiler, raftaki fotoğraf makinesi,  bilmem hangi festivalde aldığı kendisine layık görülen yılın habercisi, yılın fotoğrafçısı ödülleri!.. “Ah çok teşekkür ederim! Gerçekten büyük bir sürpriz oldu. Beni böyle bir ödüle lâyık gördüğünüz için minnettarım…vs vs.ler” Havalarda uçuşan gülücükler, tebrikler… Ânı hapsetme telaşesindeki objektifler… Patlayan flashlar…

…Patlayan silahlar, havada uçuşan metaller… Küçük kızın gülüşü… “Kan mı o alnından sızan? Neden gülüyorsun çocuk?! Savaşın ortasındasın, alnın kanıyor! Yoksa ben miyim savaşın ortasında? Ve bu kan benim kalbimden mi akıyor?!”…

Ne yapıyordu böyle odanın ortasında, yüzünde donup kalmış o sırıtışla? O an hüngür hüngür ağlamak istedi. Ağlasa da, gözyaşı nehir olsa, sürükleyip götürse bu odayı, bu evi,  kendini, zihnindekileri… İyi de “erkekler ağlamaz arkadaş!” Hep öyle öğretmişlerdi ona, ağlamazdı erkekler… Üstelik kendisi profesyonel bir haberciydi, duygusal davranamazdı. Duygularını ancak, sezgisi ve aklı nezaretinde kullanabilirdi. Vicdanı ne kadar sızlasa da onu susturmasını bilmeli ve haberi en iyi şekilde insanlara ulaştırmalıydı. Bir cerrah nasıl işini yaparken elleri titremeden kesebiliyorsa canlı bedeni, o da eli titremeden basmalıydı deklanşöre. Bunları öğretmişlerdi ona. Ama o, bir türlü beceremiyordu vicdanını susturmayı. Gözyaşına laf anlatamıyordu. Olmadık yerde gözünün kenarına yerleşiveriyordu yaramaz damlalar. Gözlerinin gördüğünü, kulaklarının işittiğini silemiyordu bir türlü hafızasından. Defalarca bastı ‘geçmişi sil’ tuşuna, defalarca kapatıp açtı gözlerini… Silemedi. Bir fotoğrafı yırtıp atsa da, o yaşanmışlığı koparamıyordu hayattan… Biliyordu.

Kapının yanındaki kanepeye uzandı. Sessizliği dinlemek istedi. Evrende mutlak bir sessizlik yoktu. O da konuşuyordu çünkü; kendine has bir lisanı vardı sadece. Sessizliği dinlemek isterken, kalp atışlarını duyuyordu. Her şeye rağmen kalp atışını duymak ne büyük huzurdu. “Burdayım” diyordu, “seni terk etmedim”. Dünyanın en güzel melodisinin, bir kalbin atışı olduğunu söyleyebilirdi soranlara… Hâlık(cc), o güzel melodiyi insanın içine yerleştirmişti.

Ah şimdi bu güzel sese bir de yağmur eşlik ediyordu. Kim bilir neler anlatıyordu, çatıya vuran damlalar? Gözleri tavanda, kulağı yağmurdaydı. Tavanın çatlaklarından içeri sızan yağmur, damla damla döşemeye düşüyordu. Bir türlü ilgilenememişti şu çatı ile. Yarın ilk işi ev sahibi ile çatı meselesini konuşmak olacaktı. Son birkaç aydır ülke ülke geziyordu ve evi iyice ihmal etmişti. İstese çok daha iyi bir eve çıkabilirdi, ama bu evi, çatı katındaki çalışma odasını, İstanbul’un bu güzel manzarasını, aşağı kata inerken gıcırdayan ahşap merdivenleri terk edemiyordu. Hatıralar mı demeli? Belki de alışkanlıklar… Bazen, ahşap bir merdivenin gıcırtısı bile alışkanlık yapabiliyordu. Evrende bir ağırlığının olduğunu, hâlâ yaşıyor olduğunu söyleyen bir alışkanlık… O kadar çok kareye şahit olmuştu ki hayattan ve ölümden, ayrımını yapmak için seslere ihtiyaç duyuyordu.

Gözlerini kapattı, yağmuru dinliyordu…

Yağmurun sesi gittikçe uzaklaştı… Ses çıtırtıya dönmüştü yavaş yavaş… Çıtırtılar, ilerdeki ahşap evden geliyordu. Bu manzaraya sebep olan uçaklar terketmişti şehri, fakat hâlâ yanıyordu koca ev… Kopan parçalar gürültüyle iniyordu yere… Biraz daha yaklaştı. Çünkü, iyi bir fotoğraf için yeterince yakın olmalıydı. Duman genzini yakıyor, ateşin sıcaklığı yüzünü okşuyordu. Fotoğraf makinesini konumladı. Objektifi alevlere çevirdi ve o ânı durdurdu. Zamanın saniyelerini durdurabiliyordu ama yangını durduramadı. O ev, hep yandı içinde bir yerlerde…

Sıcak, çok sıcak… Bir iki adım attı geriye… Alevlerden uzaklaşması kâr etmiyordu… Boncuk boncuk terliyordu… Tepedeki güneş iyice yaklaşmış, ışığı gözünü alıyordu. Evet, doğru kullanıldığında ışık, bir fotoğrafçının en iyi dostudur. Fakat, burada fazlasıyla var. Gözlerini kısarak baktığı ışığın içinden bir karaltı belirdi. Kara kıtanın kara tenli insanlarından bir kaçıydı bunlar… Etrafta uçuşan sinekler, damarlarda kalan son kanı da içme yarışında… Cılız bir ağlama sesi geldi kulağına… Annesinin kucağında, kemikleri sayılan küçük bir beden yaşam savaşında… Geç de olsa gelen yardımlar kurtaramadı onu, artık hiçbir gıdayı kabul etmiyordu midesi çünkü. Kara gözleriyle annesine baktı, ağzını açtı, son bir şey söylemek istedi belki de. Ama kelime yerine, son bir nefes çıktı o kuru dudaklardan. Makinesi o âna hayat verdi telaşla. Ama o, gözleri önünde eriyen cana hayat veremedi. O can, hep son nefesini verdi ciğerlerinde…

Etrafında uçuşan sinekleri elleriyle kovalamaya çalışırken, bunların tepesinde vızıldayan mermiler olduğunu farketti. Telaşla koşarak kendini bir duvarın arkasına attı. Soluk alışları hızlanmış, gözleri dehşetle açılmış, dili tutulmuştu. Ölümün sınır kapısına bir mermi kadar yaklaşmıştı az önce. Bir anda beden kafesinin kapıları açılabilir, ruhu kafesini bırakıp kuş gibi süzülebilirdi bulutlara. Sesler çok şiddetliydi. Mermilerin vızıldaması, patlayan bombalar, yıkılan duvarlar, tank namlularının dönerken çıkardığı mekanik ses, inleyen yaralılar, haykıran insanlar… ve bu gürültünün içersinden ince bir ses: “Ne yapıyorsun burda?” Evet, ne yapıyorum burda?!.. Kafasını çevirdi. Alnından kanlar akan küçük bir kız ona gülümsüyordu. “Ben, ben…” dedi kekeleyerek, “…fotoğrafçıyım. Fotoğraf çekerim, haber yaparım, dünyada olanları insanların görmesi için fotoğraflarım… Benim görevim bu.” Küçük kız gülümseyerek: “Sen şahitsin” dedi, “Allah, seni bunun için görevlendirmiş olmalı. Annem, ‘Alah’ın her canlıya bir görev verdiğini’ söylerdi. ‘Dünyada görevlendirildiğin şeye bak, işte sen o kadar değerlisin’ derdi. Benim görevim de bu toprağa sahip çıkmak. Vatanımdan ayrılmayarak, yaşamı ve ölümü bu topraklarda tadarak yapıyorum görevimi. İnsanlara buranın bize ait olduğunu haykırıyorum. Alnımdan akan kan, benim kaderim. Ve sen de buna tanıksın.” Objektifini kıza çevirdi. Elleri titriyordu. Yutkundu. Kendini toparladı ve deklanşöre kararlılıkla bastı. O âna tanıklık etti. Ama akan kanı durduramadı. O kızın alnı hep kanadı kalbinde…

O birilerine tanıklık ederken, kendisine tanıklık edenler vardı. Bir fotoğrafçının fotoğrafını çekenler… Sağında ve solunda iki objektif… Tanıklıklarına tanık oluyorlardı. Ve hiçbir kare atlanmıyordu.

Oysa ne çok kare vardı fotoğraf makinesinin kadrajına giren ve girmeyen… Ama, her birine tanık olduğu… Ne çok kare vardı; gökyüzünde bir helikopterden, bir tren istasyonundan, denizin derinliklerinden, bir bebeğin gözbebeğinden, savaşların ortasından, umut yüklü bir gemiden, bir sınır kapısından, çölün kumlarından… hafızalara işlenen. Ne çok insan vardı; siyah tenli, beyaz tenli, çocuk, yaşlı, genç, aç, tok, hasta, masum, ölen, katil, kızgın, kaçan, düşen, mutlu, renkli, siyah beyaz, gülen, susan… yüzlere sahip. Ne çok yer vardı; Kosova, Somali, Gazze, İstanbul, Beyrut, İspanya, Filistin, Semerkand, Mekke, Keşmir, Sudan, Cezayir, Hiroşima, Hama, Moro, Kudüs, Vietnam, Alaska, Haiti, Bosna, Kafkasya, Halepçe, Patani, Sirebrenica, Bağdat, Suriye, …

Tanıklık ettiği o kadar çok şey vardı ki… İnsanları da ortak ediyordu tanıklığına. Ancak böyle ödeyebilirdi kefâretini. Belki fotoğraflarını gören birileri çıkar da bu olanlara dur diyebilirdi. Böyle düşünüyordu. Mırıldanmaya başladı kendi kendine: “Şahitler, tanıklar… İsa’nın çarmıha gerilişini izlediler. Ama durdular, izlediler… Bir şey yapmadılar… Engel olmadılar. Acıyı izlediler ve en sonunda acıyı izlemeye mahkum edildiler

Evet, olaylara şahit oluruz, tanık oluruz. Onlara müdahalemiz ölçüsünde de faal oluruz. Olaylara engel olmadığımız müddetçe de bu acıyı izlemeye mahkum oluruz…”

Acının mahkumu olmak istemiyordu. Sadece oturup izlemek istemiyordu. Etrafındaki camdan duvarları yumruklamaya başladı. Tüm duvarlar büyük bir sarsıntı ile yıkılmaya başladı. Tuz buz olan cam parçaları yağmur gibi yağıyor, yere düştükçe çıkardıkları sesler giderek uzaklaşıyordu.

Ve birden uyandı bu kabustan. Derin bir nefes aldı. Yağmur, şiddetlenmişti. Tavandaki çatlaktan akan yağmur damlaları döşemenin üstünde dans ediyordu.  Kalkıp, pencereye doğru yürüdü. Islak bir fotoğrafa dönmüştü İstanbul. Pencereye vuran sabırsız yağmur, onu dışarı çağırıyordu. Yağmuru seviyordu ama uzaktan izliyordu. Çocukları da seviyordu ama uzaktan izliyordu. Bıkmıştı artık olanları bir camın arkasında izlemekten… Şahit olmaktan bıkmıştı… Bir şeyler yapmalıydı. Yağmuru izlemek değil, “yağmura karışmak” istiyordu. Kapıya koştu, gıcırdayan merdivenleri geçti hızla… Sırtında gömleği, ayağında terlikleri ile dışarı attı kendini. Yağmura karıştı…

Dünyanın en güzel fotoğrafının, bu olduğunu söyleyebilirdi soranlara…

Yazar: 
Image CAPTCHA
Enter the characters shown in the image.