İbn Abbâs’tan gelen bir rivayete göre Âmir b. Tufeyl ve Erbed b. Rabîa, Hz. Peygamber (s.a.s)’e gelmişler. “Ey Muhammed, bizi neye çağırıyorsun?” diye sormuşlar. Hz. Peygamber (s.a.s): “Allah’a çağırıyorum.” diye cevap vermiş. Onların: “O’nun özelliklerini söyle. O altından mı, gümüşten mi, demirden mi?” diye sormaları üzerine İhlas Suresi nazil olmuş.
Allah Rasûlü’ne farklı zamanlarda benzer sorular sorulmuştur. Yahudi bir grubun: “Ey Muhammed! Allah mahlûkatı yaratmış. Peki, O’nu kim yaratmış?”; Hayber’den gelen Yahudilerin: “Ey Ebû’l Kasım! Allah (c.c) melekleri nurdan, Âdem’i süzülmüş çamurdan, İblis’i ateşten, göğü dumandan ve yeryüzünü su köpüğünden yaratmıştır. Peki, Rabbinin mahiyeti nedir?”; bir bedevînin: “Bize Rabbinin nesebini anlatır mısın?” şeklindeki sorularına[1] Efendimizin her defasında onlara İhlâs Suresi ile karşılık vermesi, bu surenin rivayet zamanı hakkında farklı görüşler ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Ancak surenin muhtevasından onun, Mekke döneminin başlarında nazil olduğu anlaşılıyor. Mekke’de Hz. Bilal’in İhlas Suresi’nden talim ettiği “Ehad Ehad!” feryadı da bu fikri destekliyor.
Kur’an’ın ana gayesi, insanlara yol göstermektir. Yolu gösterecek Rabbi tanımak, yola gireceklerin en tabi haklarındandır. Bu sebeple öncelikle Allah, kendini her türlü kapalılıktan uzak, sade ve açık ifadelerle tanıtır. Bunun en güzel örneği ise İhlâs Suresi’dir.
İhlas Suresi bütünüyle Allah’ı konu edinen tek suredir. En yüce varlığı konu edinen surenin, sureler arasında özel bir yeri olacağı aşikârdır. “İhlâs Suresi’ni çokça okuyun. Çünkü o sülüsü’l-Kur’an’dır (Kur’an’ın üçte biridir).” Bir başka rivayet insanı harekete geçiren cinsten: Rasûlullah, sahabilerine: “Sizden biriniz, Kur’an’ın üçte birini bir gecede okumaktan acizlenir mi?” diye sordu. Bu, ashabına zor geldi ve: “Ey Allah’ın Rasûlü, kim buna güç yetirebilir ki.” dediler. Rasûlullah: “İhlas Suresi, Kur’an’ın üçte biridir.” buyurdu.[2]
Gazzâlî Cevâhiru’l-Kur’ân isimli eserinde şu bilgiyi verir: Kur’an’daki bilgiler; ana hatlarıyla Allah hakkında bilgi (ma’rifetullah), âhiret bilgisi ve doğru yol bilgisi olmak üzere üçe ayrılır. İhlâs Suresi, bunlardan ilkini yani ma’rifetullah ve tevhid konusunu ihtiva etmektedir. Kur’an’daki diğer hükümler bu suredeki tevhid temeline dayandığı için sure, Kur’an’ın üçte birine denk görülmüştür.[3]
Sure, içinde “ihlas” kelimesi geçmediği halde şirkten halas anlamında bu ismi almıştır. İhlâs sözlükte “arınmak, saflaşmak, kurtulmak” manasına gelen “hulûs” kökünden türemiş olup “Allah dışında her şeyden uzaklaşmayı; şirk ve riyâdan, bâtıl inançlardan, kötü duygulardan, çıkar hesaplarından ve genel mânâda gösteriş arzusundan kalbi temizlemeyi” ifade eder.[4] İmanda ihlas, amelde istikamet neticesini verecektir.“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” (Hud 11/112)
Sure, Kâfirûn Suresi ile birlikte “Mübrie” (iyileştiren) diye isimlendirilir. Kâfirûn Suresi “kalbin, Allah’tan başka ma’bud edinilen şeylerden beraetini (uzak tutulmasını)”; İhlâs Suresi ise, “ma’budun (Allah’ın), kendisine layık olmayan şeylerden beraetini” ifade eder. Bu bilinçle Rasûl-i Ekrem Efendimiz, Sabah Namazı’nın sünnetinde Kâfirûn Suresini okuyarak şirk binasını yıkmış, İhlas Suresi ile İslam binasını inşa etmiştir.
Surenin yirmi kadar ismi tespit edilmiştir ki bu isimler, sureyi anlamamıza ışık tutacaktır: Tefrîd (Allah’ı Birlemek), Tecrîd (Cenâb-ı Hakk’ı, kendisine yakışmayan, zat-i ulûhiyetine ters düşen bütün sıfat ve benzerlerden ayırmak), Tevhîd, Necât (Dünyada küfür ve şirkten, ahirette ateşten kurtarmak), Marifet (Allah’ı bilmek), Mukaşkışa (Şirk ve nifaktan beri olmak), Esas, Müzekkire (Tevhidi hatırlatan), Beraat (şirkten kurtuluş), Muhzar (Meleklerin hazır beklemesi), Müneffere (Şeytanın uzaklaşması)…[5]
1) De ki: O Allah’tır, tektir.
“De ki” ifadesi bize şunları öğretir: 1)Tebliğ etmek senin temel vazifen. Dilinle, bedeninle hayatının tüm alanlarında O’nun tek olduğunu herkese ilan et. Zira “Hakk’ı tavsiye” senin hüsrandan kurtuluşuna vesiledir. 2)Bu sözleri kendiliğinden söylemen mümkün değil. O’nu ancak O’nun bildirdiği kadarıyla bilirsin. Üzerine ne ilave edebilir ne de ondan eksiltebilirsin.
Hüve (O)… O, Vâcibu’l-Vücud’dur. O’ndan gayrı, varlığı hakikî olan yoktur. Her ne varsa O ve O’nun mahlûkatı…
“Hüve” tüm sureyi içinde gizleyen bir nüve âdeta. O: Allah’tır. Allah, tek olmasını; tek olması, Samed olmasını; Samed olması doğrulmamasını ve doğurmamasını; o da hiçbir dengi olamamasını gerektirir.
Allah… Yeni bir ilah türetilmiyor. Mekkeli müşrikler, Ebrehe ordusuyla Kâbe’yi yıkmak için geldiğinde tüm putlar bir tarafa bırakılıp O’na yalvarmışlardı. Allah’a yakınlaştırsın diye tapındıkları ilahların (Zümer 39/3), onların nezdinde gerçekte hiçbir değerinin olmadığını; şirkin izafî, Tevhid’in asıl olduğunu göstermişlerdi. Tehlike anında kabuk mahiyetindeki bu örtü kalkmış, fıtrat/öz gün yüzüne çıkmıştı. Sadece onlar değil, tarih boyunca insanların geneli bu eğilimde olmuştur.[6]
Ehad… Tek, biricik. Sayısal anlamından ziyade tapınılacak tek varlığın olması demektir. Birdir yerine tektir ifadesinin kullanılması boşuna değil: İkileşmesi, değişmesi, yok olması mümkün olmayan, hep tek olan. O yüzden diğer din mensupları, tarih boyunca dinlerinin gereğini yerine getirmeye çalışan Müslümanları etkisiz hâle getirmek için azamî gayret göstermişlerdir. Zira onlar, ilahları yanında bir ilah fazla olsa çok bir şey kaybetmeyeceklerdir. Ancak Allah’ı tek Rab, tek ilah, tek melik olarak ilan eden, diğer ilahları tamamen reddeden bir dine tahammül etmemişlerdir: “Bütün ilâhları tek bir ilâha indirgemiş. Bu gerçekten şaşılacak bir şey?” (Sad 38/5)
Tek olan Allah… Hem aşkın, hem içkin, hem de yetkin olan Allah… Tekliğine delil mi ararsın? Evrendeki düzen bunun en büyük delili. (Enbiya 21/22) Allah’ı tek ilah kabul edip etmediğinin delili de hayatındaki düzen olacaktır. Kalp tek olana bağlandığında tüm zincirlerinden kurtulmuş olacak, direktifi yalnız O’ndan alınca karmaşa bitecek. Ve marifetullah ile dünyada cennetin kokusu alınacak.
İstek ve ihtiyacımız çok fazla. Bunları tek bir ilah nasıl karşılar, diye bir tereddüde düştüysen işte sana cevap geliyor:
2)Allah Samed’dir.
“Samed” hakkında iki ayrı anlam rivayet edilmiştir. Birincisi masmud-i ileyh yani maksatların doğrudan doğruya kendisine yöneldiği maksûd anlamına gelir. İkincisi de hiç boşluğu olmayan, eksiği-gediği bulunmayan, nüfuz edilemeyen şeye denilir ki bu da nusmet demektir. Dilimizdeki karşılığı “som”dur.
Samed başkasına muhtaç olmayan, kendi kendine var olup varlığını sürdürebilen; kendisine sığınılan; ihtiyaçlar hususunda kendisine başvurulan efendi; parçalanma kabul etmeyen; ilk sebep, son gaye; her şeyin varlık ve devamını kendisine borçlu olduğu vâcibu’l-vücud.[7]
“Ey insanlar! Siz Allah’a muhtaçsınız, Allah ise zengin ve hamde layık olandır.” (Fatır 35/15, bk. Zariyat 51/57-58, Muhammed 47/38)
3) O doğurmamış, doğmamıştır.
Hristiyanlık, Yahudilik, Eski Mısır, Zerdüştlük, şirk inancı… Tevhide aykırı tüm inançları reddeder. O; ne baba, ne anne, ne evlat oldu.[8] “O’na oğullar ve kızlar yakıştırdılar. Allah onların asılsız yakıştırmalarından çok uzak, çok yücedir.” (En’âm 6/100)
“Bu söz yüzünden neredeyse gökler çatlayacak, yer yarılacak ve dağlar yıkılıp yerle bir olacaktı. Rahman’a çocuk yakıştırmak mı! Hâlbuki evlat edinmek Rahman’ın şanına yakışmaz.” (Meryem 19/90-92)
Allah Teâlâ’nın doğmaması ezelî, doğurmaması da ebedî olması anlamına gelir. O, varoluş bakımından doğmadığı gibi bir fikir ve bilgiden de türetilemez. Her şeyde sezilen zahir, hiçbir şeyle bilinmeyen batındır O. Âlemden çıkarılan bilgiler O’nu kuşatamaz.
4)Hiçbir şey O’na denk olmamıştır.
“O’na benzer hiçbir şey yoktur.” (Şura 42/11) Peygamberimiz (s.a.s) “Siz Allah’ın zatını bilemezsiniz, aklınıza ne gelirse gelsin Allah, onun dışındadır; bu sebeple sizler zatını düşünmeyiniz, mahlûkatını tefekkür ederek onu tanımaya çalışınız.”[9] buyurmuşlardır.
Hz. Ebû Bekir: “O’nu idrak etmekten aciz olduğunu itiraf etmek, O’nu idrak etmektir.” İnsanoğlu, Allah’ı ancak yarattığı şeylerden yola çıkarak tanıyabilir. Zâtî sıfatlarını ise anlayamaz ancak onlara iman eder.
İdrâk-i meâli bu küçük akla gerekmez,
Zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez. (Ziya Paşa)
Kur’an-ı Kerim, zahiri sebepleri aşarak işleri Allah’ın iradesine bağlamayı öğretir: “Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.” (İnsan 76/30, bk. Enfal 8/10, 17) Tüm sebepleri bir tarafa atıp tek ve samed olan Allah’ın iradesine uygun bir hayat sürmek, bizi hem dünyada hem de ahirette mutlu kılacaktır.
Allah Teâlâ kendisini iki şekilde tanıtır: Tevhid ve tenzih. Surede ilk iki ayette tevhid, diğer ayetlerde de tenzih etmek suretiyle kendini anlatmıştır. Tevhid; hayatı tamamen kuşatan, varlığın hakiki yorumunu öğreten dinamik bir inanç olarak mü’minin hayatında yerini alacaktır. Sure ile insanın Allah dışındaki varlıklara bakışı, daha da netleşecektir:
Hiç kimse/hiçbir şey tek (ehad), vazgeçilmez değildir.
Hiç kimse/hiçbir şey, eksiksiz (samed) değildir. Muhtaç olarak yaratılmıştır. O yüzden mutlak manada ona bel bağlanamaz.
Herkesin/her şeyin başı ve sonu vardır. Varlığını O’ndan almıştır. Eksikliğini gidermek için neslini devam ettirmelidir.
Herkesin/her şeyin benzerleri, işlerinde yardımcıları vardır.
“Çocuk edinmeyen, mülkte ortağı olmayan, acizlikten ötürü bir yardımcısı bulunmayan Allah’a hamdolsun, de ve O’nu gereği gibi tekbir et.” (İsra 17/111)
[1] Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 2/980-981.
[2] Buhârî, Fedâilü’l-Kur’an 13; Müslim, Müsafirûn 259.
[3]Gazzâlî Cevâhiru’l-Kur’ân, s.4748.
[4] Râgıb el-İsfahânî, Müfredât, “h-l-s” maddesi.
[5]Fahreddin Razi, Mefatihu’l-Gayb, Akçağ Y. 23/555-557.
[6] bk. Mü’minun 23/84-89, Yunus 10/31, Ankebut 29/ 61-63, Zuhruf 43/87, İsra 17/67.
[7] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c.9, s.
[8] Bk. Nisa 4/171, Saffat 37/151-152, 158, Zuhruf 43 15, Enbiya 21/26.
[9] Beyhaki, Şuâb-ı İman, 120; Keşfu’l-Hafa, Aclûnî, 1:271.
Add new comment