“Tebbet Suresi”
Tarık isminde bir Arap tüccar şunları anlatır: “Zülmecaz çarşısındaydım. ‘Ey insanlar! Lâ ilâhe illallah, deyin ki felaha eresiniz.’ diyen biriyle karşılaştım. Başka bir adam da: ‘Ey insanlar, bu adama tabi olmayın; o çok yalancıdır.’ diyerek onu taşlıyor, ayaklarını kan içinde bırakıyordu. Taşlanan adamı göstererek: ‘Bu kim?’ diye sordum. ‘Abdulmuttalib oğullarından Muhammed.’ cevabını verdiler. ‘O’na taş atan kim?’ diye sorduğumda: ‘Amcası Ebû Leheb.” dediler.[1]
Ebû Leheb: “Muhammed, mahiyetini bilmediğimiz bir takım şeyleri bize vaat ediyor. Onların ölümden sonra vuku bulacağını zannediyor. Bu dünyada benim elime ne koymuş?” der, ellerini üfler ve devam ederdi: “Tebben lekümâ/Yuh olsun sizlere! Ben onun sözlerinden ve vaatlerinden bir şey görmüyorum.”[2]
Bu Nasıl Amcalık!
Ne zaman Hz. Peygamber’in yanına bir heyet gelecek olsa Ebû Leheb onların yanına gider; onlar Rasûlullah (s.a.s) hakkında Ebû Leheb’in kendilerine bilgi vermesini istediklerinde: “O çok yalancı bir sihirbaz.” derdi. Bunun üzerine onlar da Peygamber’in yanına gitmez ve onunla karşılaşmak istemezlerdi. Ebû Leheb’in aynı şekilde kandırmaya çalıştığı bir heyet: Hayır, onu görüp de sözlerini dinlemedikçe geri dönmeyeceğiz, dediler. Bu sefer Ebû Leheb onlara şöyle dedi: “Bu benim yeğenimdir. Biz hâlâ onu tedavi edip duruyoruz. O helak olsun, yok olsun!” Bu durum Rasûlullah (s.a.s)’a haber verilince çokça üzüldü.
“Yakın akrabanı uyar.” (Şuara 26/214) ayeti nazil olduğunda akrabalarını İslam’a davet için toplayan Efendimize Ebû Leheb, yerden bir taş alarak fırlattı ve “Tebben lek! Yuh sana! Bizi bunun için mi buraya topladın?” dedi ve onları dağıttı.[3] Elleri kırılasıca Ebû Leheb, Peygamberimizin davasını anlatmasına engel olduğunu zannetti.
Rasûlullah’ın Kasım’dan sonra oğlu Abdullah da vefat edince yeğenine teselli vereceğine Kureyş reislerinin yanına gidip onlara Muhammed’in (s.a.s) köksüz kaldığını müjdeleyerek(!) bayram etti.
Bu düşmanlık, Hz. Peygamber’in risaletiyle başlamıştı. Öncesinde iki oğluna Rasûlullah’ın kızları Ümmü Gülsüm ve Rukiyye’yi gelin alacak kadar iyiydi araları. Efendimiz peygamberliğini ilan ettiğinde ise oğullarını eşlerinden ayırdı.
Cehennemin Baş Konuğu
“Kahrolsun Ebû Leheb’in iki eli ve kahrolsun kendisi!” (Tebbet 111/1)
Ebû Leheb lakabıyla anılan Abduluzza; Hz. Peygamber’in, ana ayrı, baba bir amcasıdır. “Alev babası” manasına gelen Ebû Leheb künyesi, ona başlangıçta yüzünün parlaklığı veya canlılığı sebebiyle övgü manası düşünülerek verilmişti. Ancak bu vasıf “cehennemin babası” unvanına dönüştürülerek darb-ı mesel olarak kullanılmıştır. Burada söz konusu nüktenin kastedildiğine özellikle (لَهَبٍ ذَاتَ نَارًا سَيَصْلَى) “O alevli bir ateş girecektir.” ayetiyle işaret edilmiştir.[4] Yani o adamın methettiğiniz övünç kaynağı olan hususiyeti, onun başına bela olmuştur. Öyleyse ebedi âlemde sizi ateşe taşıyacak durumları öncelemeyin.
Abdduluzza Öldü Ama Ebû Leheblik Hâlâ Yaşıyor
Kur’an-ı Kerim, kıssaları anlatırken genellikle isim, tarih ve yer belirtmez. İsim yerine sıfat zikreder ki kıssadaki mesajı evrensele taşıyabilelim. Zira insanlar ölür ama yaptıkları işleri devam ettirenler her çağda olacaktır. Sure Ebû Lehebliği tanıtır ve uyanık olmamız için bize yol gösterir. Allah onun rezilliğini ifşa ederek, bize de müstekbirlere karşı tepkisiz kalmamak gerektiğini salık verir.
Birinci “tebb” fiilinin, iki eline; ikinci “tebb”in ise “yeda” (iki el) kelimesi müennes ancak bu fiil müzekker oluğu için “iki el”e değil de kendisine izafe edilmesi mümkündür. İki eli; ekonomik gücü, sosyal nüfuzu, başkaları üzerindeki etkisi. Kendisi; temsil ettiği düzen, onu besleyen tüm kaynaklar. Hepsi kahrolsun! Çünkü o bu gücünü kullanarak Peygamber (s.a.s)’i engellemeye çalışmıştı. Bu helakten dünyada kurtulamadığı gibi ahirette de kurtulamayacaktır. Tüm kazanç kapıları üstüne kapansın, elinde avucunda ne varsa yitirsin! Muradına eremeyip perişan olsun!
Bütün Değerleri Hiçe Sayan İnsan Tipi
O dönemde, babası ölmüş olan kişiye amcasının kendi öz çocuğu gibi bakması icap ederdi. Ebû Leheb ise -bırakın sahip çıkmayı- geleneği bile hiçe sayarak Peygamberimizin düşmanlarıyla sıkı bir iş birliği içine girmiş; boykot yıllarında yiyecek almak için kendi kabilesi olan Haşimoğulları, Mekke’ye gelen ticarî kafilelere yaklaştıklarında Ebû Leheb kafiledekilere şöyle diyecek kadar haysiyetsizleşmişti: “Bunlardan çok yüksek fiyat talep edin ki o malı alamasınlar. Zararınızı ben karşılarım.” Başta Ebû Cehil olmak üzere, İslam düşmanları, Peygamberimizin iman etmeyen akrabalarının boykot yıllarında Rasûl’ü korumalarını değil de Ebû Leheb’in tavrını hayretle karşılamıştır.
Birçok İslam düşmanı olmasına rağmen niçin Ebû Leheb zikredilmiş?
Düşmanlığında bu kadar ileri gitmiş olmasının yanı sıra Peygamberimize olan yakınlığı sebebiyle onun İslam davetine verdiği zarar, diğer müşriklerden çok daha fazla olmuştur. O’nun öfkesinin temelinde Ebû Süfyan ve Ebû Cehil gibi ne liderliği kaybetme korkusu ne de kabile taassubu vardı. Dünyevî menfaatini önceleyen; mevcut statüsünü korumak için hiçbir kural tanımayan; dini, geleneği tereddüt etmeden tepen bu anlayışı Kur’an da lanetlemiştir.
Efendimizin amcasının zikredilmesiyle uzlaşmaya dair ümit de kesilmiştir. Pazarlık yok, uzlaşma yok! Onların kurtuluşu için elinizden geleni yaptıktan sonra şirinlik yapmayı bırakın, ipleri koparın artık.
Ayrıcalığa Hayır!
Ebû Talib’in vefatının ardından kız kardeşlerinin baskısıyla Peygamberimizi korumaya niyetlenen Ebû Leheb Rasûlullah’a: “Eğer dinini kabul edersem benim için ne var?” diye sorduğunda Rasûlullah: “Diğer iman edenlere ne varsa senin için de o var.” buyurmuş. Ebû Leheb: “Benim için bir ayrıcalık yok mu?” dediğinde Efendimiz: “Başka ne istiyorsun?” buyurmuş. Ebû Leheb şöyle karşılık vermiş: “Beni başkaları ile eşit kılan dine yazıklar olsun!”[5]
Kur’anî değerlerden beslenmeyen yakınlık muteber değildir. İman etmeyen amca, artık karşı saftadır. Peygamber’e yakınlığı bile onu kurtaramamıştır. Siz siz olun sadece salih amelin peşinde olun. Zira amelden gayrı hiçbir akçe geçerli değildir o gün. Nuh (as)’un evlâdına, İbrahim (as)’in babasına, Lût (as)’un karısına, Rasûlullah (s.a.s)’ın amcasına vermediği ayrıcalığı yakınlarına verenler ve bunu kendilerinde görenler, yuh olsun size!
Asr-ı Saadet’ten, biri yerildiği diğeri değer verildiği için anılan iki isim var Kur’an-ı Kerim’de: İman eden köle Hz. Zeyd ile köleler sahibi, Mekke’nin dört zengininden biri Ebû Leheb. İslam’ın önceliğinin ne olduğunu gösterir bu iki isim.
Ey, Maddenin Esiri Olanlar!
“Ne malı fayda verdi ona ne de kazandığı.” (Tebbet 111/2)
“Mal”, maddi servet; “keseb” yüreğin, aklın, bedenin kazandığı her şey. Katâde şöyle demiştir: “Onun kazandığı şey, bir iyilik yapıyorum zannıyla işlediği ameldir ki, bu ‘Yaptıkları her işin önüne geçtik de, onu (etrafa) saçılmış toz zerreleri haline getirdik.’ (Furkân 25/23) manasınadır.”
Müslüman olduğu takdirde malını ve kesbini istediği gibi tasarruf edemeyeceğini bildiği içindi onun tüm düşmanlığı. Mevcut sistem sayesinde her türlü yolsuzluğu yaparak servet sahibi olmuştu çünkü. Mala düşkünlüğünü ve şahsiyetsizliğini göstermesi açısından şu rivayet oldukça manidar: Bedir Savaşı’na kendisi katılmayıp yerine ona olan borcunu ödeyemediği için borcuna karşılık Âs b. Hişam’ı göndermiştir.
Sonuç: Oğulları Utbe ve Muattib, kızı Dürre İslamla şereflenmişler. Ebû Leheb ise Bedir yenilgisini duyduktan kısa bir süre sonra kahrolmuş, bulaşıcı olan ades hastalığına yakalanmış ve çok geçmeden ölmüştür. Oğulları onu iki veya üç gece, hastalık kendilerine bulaşır endişesiyle, ölü halde terk etmişler. İnsanların kınamaları sebebiyle iki köleye çukur açtırıp sopalarla iterek gömmüşler. Ne oğulları ne de bir kantar altını onu kurtarabilmiş bu belâdan.
Hz. Peygamber (s.a.s) kavmini İslam’a çağırdığında Ebû Leheb şöyle demişti: “Eğer kardeşimin oğlunun söyledikleri doğru ise çoluk-çocuğumu ve malımı fidye olarak verip kendimi azaptan kurtarırım.” Dünyada kurtulamadığı azaptan ahirette kurtuldu mu acaba!
Servet ahlakını öğretiyor sure: Maddî gücü ve nüfuzuyla insanlara tahakküm eden müstekbirlerden olmayın. Malın sizi esir almasına fırsat vermeyin. Onun imtihan olduğunu bilin ve davanıza hizmet için kullanın. “Ey iman edenler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah’ı anmaktan alıkoymasın. Kim bunu yaparsa işte onlar ziyana uğrayanlardır.” (Münafikûn 63/9)
Ebû Lehebler İçin Yaşasın Cehennem!
“Alevli bir ateşe yaslanacaktır o!” (Tebbet 111/3)
“Sallâ” yaslanmak demektir. Büyük odunları tutuşturmak için birbirine yaslayarak dikilen çıra aynı kökten. Ebû Leheb cehennemin çırası olacak. Dünyada neye dayanırsanız ahirette de oraya yaslanırsınız. Ateş… Hem de ne ateş! “Allah’ın tutuşturulmuş ateşidir ki, o gönüllere kadar işler.” (Hümeze 104/6- 7)
“Karısı da odun hamalı olarak.” (Tebbet 111/4)
Karısı, Ebû Süfyan’ın kardeşi Ümmü Cemil. Hamallık, sıfatı haline gelmiş artık. İkrime, Mücahid ve Katâde bu sıfatın mecaz anlamda kullanıldığını; Rasûlullah’ı fakirlikle ayıpladığı ve insanlar arasında koğuculuk yaparak onları birbirine düşürdüğü için ona verildiğini söylemişlerdir. Diğer akrabaları gibi Ebû Leheb’in Efendimizi korumasına engel olan, muhtemel ki fesat ateşini sürekli körükleyen Ümmü Cemil’di. Eş seçiminin ne kadar önemli olduğu mesajı alınmalıdır bu ayetten.
Cehennem Odunu Dünyadan
Said b. Cübeyr diyor ki: Bir kimsenin kendi günahlarını taşımasına, “Falan şahıs sırtında odun taşımaktadır.” denir. Dolayısıyla “hammalete’l hatab”ın manası da “günahını taşıyan kadın” olur. “Onlar, günahlarını sırtlarında taşıyacaklardır.” (En’âm 6/31) Rivayetler arasında geceleri diken toplayarak Rasûlullah’ın kapısına bıraktığı için bu sıfatı aldığı da var. Müslüman hanımlarımızın, bu tablo karşısında hak davalarına Ümmü Cemil kadar hizmet edip etmediklerini sorgulamaları gerekmektedir.
Eşinin günahına nasıl ortak oluyorsa cezasına da ortak olacak Ümmü Cemil. “Kim kötü bir işe destek olursa, onun da o işten bir payı olur.” (Nisa 4/85)
İnananların arasına fitne tohumu eken Ümmü Cemiller hâlâ dolaşmakta. Kendilerini insanlığın kurtarıcısı ilan ederek (!) bazen dost görünmekte bazen namlusunu doğrultmakta insanlık adına (!) insanların üzerine. Kapalı kapılar ardında dikenlerini toplayıp sermekte müminlerin yollarına. Ümmet; masumların kanıyla yapılan şekere aldanmamalı, müteyakkız olmalı ki Allah boyunlarına geçirsin onların yaptıklarını.
Esaret Devam Ediyor
“Gerdanında liften örülmüş urganıyla.” (Tebbet 111/5)
İbnu’l-Müseyyeb’den rivayet olunur ki onun çok kıymetli bir gerdanlığı vardı ve şöyle söylerdi: “Lât ve Uzzâ’ya yemin olsun ki, bunları Muhammed’e düşmanlık yolunda harcayacağım.” Allah Teâlâ, cezasını ameli cinsinden vererek değerli gerdanlıklara layık zarif boynuna (cîd) gerdanlık yerine ateşten bir ip (mesed) takmıştır. “Biz, kâfirler için zincirler ve demir halkalar hazırlamışız.” (İnsan 76/4)
Boyun esaretten kinayedir. İnsanoğlunun dünyadayken -başta şirk olmak üzere- hakka gitmesine mani olan tüm zincirler, ahirette boynuna takılır. “Her insanın kaderi boynuna bağlanmıştır.” (İsra 17/13) Esaretten kurtuluşun yolu da belli: “O (Peygamber) onların ağır yüklerini, üzerlerindeki zincirleri indirir.” (Araf 7/157)
Ümmü Cemil Mekke’nin nüfuzlu kişilerinden. İnsanları mevkilerinden dolayı aşağılayan, onlara tepeden bakan Ümmü Cemil, açıkça söylenmese de boynunda ip olan odun taşıyan eşeğe benzetilmiş. Ve bu ayetler kendisi hayattayken nazil olarak daha dünyadayken ona bu rezilliği yaşatmış.
Velhasılı Kelam: Zafer İnananların
Düşman ne kadar güçlü olursa olsun ümitsizliğe düşmeyin. Yeter ki durmanız gereken yerde, pazarlığa bile kapı aralamadan onurlu bir duruş sergileyin. İşte o zaman Allah zalimlerden intikamını alır. Surenin Kafirun ve Nasr surelerinden sonrasına yerleştirilmesinde böyle bir anlam çıkabilir: Sizin dininizi seçmedikleri sürece onlarla uzlaşmazsanız (Kafirun Suresi) Allah size yardım edecek ve fethe nail olacaksınız. (Nasr Suresi) Ebû Lehebler Rasûl’ün takipçilerine taş atmaya devam edecektir. Onlar da zaferin inananların olacağını biliyor. Esasen tüm çıldırmışlıklarının temelinde bu var. Şu ayette olduğu gibi:
“Hak geldi batıl yok oldu. Batıl yok olmaya mahkûmdur.” (İsra 17/81)
[1] İbn İshak, es-Sîre, 215.
[2] Buhari, Cenâiz, 98; Tirmizi, Fiten, 63: Tefsir-i Sure 111.
[3] Buhari, Tefsir-i Sure 111, 1-3; Müslim, Fiten, 91; İman, 348, 355.
[4] Elmalılı Hami Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, IX/251.
[5] Taberî, Câmiu’l-Beyân an Te’vîli Âyi’l-Kur’ân, XXX, 217.
Add new comment