Araplar develerini bağladıkları bağa “akl” veya “ukûl” derler. Kur’an ise akl kelimesini fiil olarak kullanır. İnsan ile nefsi arasındaki bağı akıl kurar. Aklın sürekli çalıştırılmasıyla nefse hâkimiyet sağlanır. “Ben” ile “nefs”in münasebeti kayıkçı ile kayığın ilişkisine benzer. Kayıkçı, kürekleri iyi kullanabildiği oranda kayığa hâkimdir. İnsan da ancak aklını kullanarak nefsine hâkim olur. Nefsine, şeytanın hâkim olmasına fırsat vermez. Bunun için insanın, Kur’an’la alakasını kesmemesi ve onun emirlerini yerine getirerek Rabbine yakın durması gerekir.
İnsan ve şeytan geçici bir süre için yeryüzüne düşman olarak indirilmiştir. Şeytana karşı Yüce Rabbi insanı şöyle uyarmıştır: “Ey Âdemoğulları! Size ‘Şeytana tapmayın, çünkü o sizin apaçık bir düşmanınızdır.’ demedim mi?”[1]İnsan, kendisine gelen hidayet veya kitap sayesinde düşmanına karşı korkusuz ve üzüntüsüz bir hayat yaşar. Âdemoğullarının gönderildiği bu hayattan başarı ile çıkabilmesi kovulmuş olandan Allah’a (celle celâlühü) sığınmasına, nefsini terbiye etmesine ve Rabbi için yapacağı fedakârlıklara bağlıdır. Rabbi ona şunu bildirmiştir: “Mallarınız ve canlarınız cennet karşılığı satın alınmıştır.”[2]
Aslında yol bellidir: Kişi, Rabbine sattığı canı ve malı bir emanetçi gibi en iyi şekilde O’nun rızasına uygun kullanmalıdır. Kur’an-ı Kerim insana gerçek yolu gösterecek o da Rabbinin rızasını kazanıp, düşmanı olan şeytanın elinden kurtulup samimi bir kul olarak tekrar Allah’a (celle celâlühü) dönecektir.
İnsanların çoğu Rabbine yakınlaştığını zannederken şeytan onları saptırır. “O’nu bırakıp da başka dostlar edinenler: ‘Biz onlara sadece, bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.’ diyorlar. Şüphesiz Allah, ayrılığa düştükleri şeyler konusunda aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve nankör olanları doğru yola iletmez.”[3] Kur’an-ı Kerim şeytan karşısında insanların çoğunun başarısız olduğunu ifade ederek düşünmemiz gerektiğini bize emretmektedir. “Andolsun, o sizden pek çok nesli saptırmıştı. Hiç akletmez misiniz?”[4]
Kul Allah’a gerek farz gerekse nafile ibadetlerle yaklaşır. Allah’a (celle celâlühü) yakınlaşmak ve rızasına ulaşmak için Âdem (as) ile başlayan en önemli ibadetlerden birisi de hiç kuşkusuz kurban ibadetidir.
Kurban, kelime olarak “yakınlaşmak”, “yakın olmak” anlamına gelen bir kelimedir. Yaygın anlamda kullanılan bu kelime Yüce Allah’a (celle celâlühü) yakınlaşma vesilesi kılınan şeydir. Hak yolunda yakınlığa vesile olması için boğazlanan hayvana verilen isimdir. Çoğulu ise “karâbîn”dir. Eski Araplar, hizmeti sayesinde hükümdarlara yakınlaşan kimselere “kurbanü’l-melik” demişlerdir. Kur’an-ı Kerim’de de kurban kelimesi bu anlamda kullanılmıştır. “Allah’tan başka kendilerine (Allah’ın yanında) yakınlık sağlamak için ilah edindikleri şeyler, kendilerine yardım etselerdi ya!”[5]
Yakınlık manasını ihtiva eden kurban kavramı, Allah’tan kula yönelik olduğunda, kula mekânsız bir lütuf ve ihsanda bulunması onu feyizlendirmesi şeklinde olur. Kulun Allah’a yakınlaşması ise bedensel değil ruhanî bir yakınlaşmadır.
Ebû Hureyre’den rivayet edilen bir hadisi kudside Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Kim benim dostum olan insana düşmanlık ederse ben de ona harb ilan ederim. Kulum kendisine farz kıldıklarımdan daha sevimli bir şeyle bana yaklaşmamıştır. Kulum bana nafilerle yaklaşmayı sürdürür; en nihayetinde de kendisini severim. Eğer sevdiysem, o zaman onun kendisiyle işiteceği kulağı, göreceği gözü olurum.”[6]
Bu hadis, kulun Allah’a (celle celâlühü) yakınlaşmasındaki usulü göstermektedir. Öncelikli olarak farzlarla –ki esas olan budur- Allah’a yakınlaşılır. Sonra nafileler ile yakınlık devam ettirilir.
Kulun rabbine yakınlığının nasıl olacağı şu ayet-i celîlede bize gösterilmiştir: “Ey iman edenler, rukû edin, secdeye varın, rabbinize ibadet edin ve hayır işleyin, umulur ki kurtuluşa erersiniz.”[7]
İbadetlerimizden ve hayır işlerimizden biri de hiç kuşkusuz kurban kesmektir. İnsanoğlunda kurban kesme olgusu fıtrattan gelen bir duygudur. İslam, insanın bu duygudan kaynaklanan ihtiyacını meşru şekilde yerine getirmesine yönelik emirler vermiştir. Kurban kesmeyi Kur’an şöyle ifade ediyor: “Biz her ümmete kurban kesmeyi meşru kıldık ki, kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanlar üzerine Allah’ın adını ansınlar. Sonuç itibari ile hepinizin mabudu tek bir ilahtır. Şu halde yalnız ona teslimiyet gösteriniz. Sen de Allah’ın buyruklarına içtenlikle teslimiyet gösteren kimseleri müjdele…”[8]
Ayette geçen “muhbitîn” kelimesi:
1) Allah’ın önünde gurur ve kibri bırakıp tevazuu seçenleri,
2) Onun emirlerine samimiyetle boyun eğenleri,
3) Kendilerini onun hizmetine ve kulluğuna adayanları ifade eder.
Vahyî dinlerde bir tek Allah’a (celle celâlühü) ibadet etmenin en önemli göstergelerinden biri de hiç kuşkusuz kurban sunmaktır. Allah (celle celâlühü), tevhit inancını aşılamak için insanların, kendisinden başkası adına kurban sunmasını yasaklamıştır. Bu, Rabbimizin kendisinden başkası adına yapılmasını yasakladığı ameller ile uyum içindedir. Mesela Allah’tan (celle celâlühü) başkasına secde etmeyi, O’ndan (celle celâlühü) başkası adına yemin etmeyi, Allah’ın (celle celâlühü) belirlediği yerler dışındaki yerleri kutsal kabul edip ziyaret etmeyi, Allah’tan (celle celâlühü) başkası adına oruç tutmayı yasakladığı gibi başkaları adına kurban kesmeyi de yasaklamış ve haram kılmıştır.
Kurbanı keserken Allah’ın (celle celâlühü) adını şu şekilde anmalıyız: “Bismillahi Allahu ekber. Allahumme minke ve leke (Allah’ın adıyla, Allah büyüktür. Allahım, bu Sendendir ve Sana sunuyorum.)” veya:
“Yüzümü samimiyetle yeri ve göğü yaratana döndürdüm ve ben ortak koşanlardan değilim. Namazım, ibadetim, hayatım ve ölümüm âlemlerin rabbi olan Allah içindir. O’nun hiçbir ortağı yoktur. Ben bununla emir olundum ve ben Müslümanlardanım. Allah’ım bu Sendendir ve sana sunuyorum.”
Kurbanı ancak takvayı arayanlar keser. Zira Allah Teâlâ: “Kim Allah’ın sıfatlarını yükseltirse şüphesiz bu kalplerin takvasındandır.”[9] buyurur.
Hac sûresi 37. ayette bu daha açık bir şekilde ortaya konulmaktadır. Kurban kesmenin, insana faydasının olduğunu; onu Rabbine yakınlaştırdığını; insanın bu tür davranışlarının ve gayretlerinin takva ile açıklanabileceğini görmekteyiz. İlahi buyruk: “Onların ne etleri ne de kanları kesinlikle Allah’a ulaşmaz. Ancak sizden takva ulaşır. İşte böyle, onları sizin için boyun eğdirmiştir. O’nun size hidayet vermesine karşılık Allah’ı tekbir etmek için, güzellikte bulunanlara müjde ver!”[10]
Bizler, hayvanları bize boyun eğdiren Allah’a (celle celâlühü) teşekkür etmeliyiz. Bunun için de kurban keserek ve Allah’ın (celle celâlühü) ismini anarak şükrümüzü yerine getirmeliyiz. Çünkü O’na takdim ettiğimiz ve eser olarak geride bıraktığımız her şey yazılır.[11]
Kurban kesmek bir yerde Allah’ı (celle celâlühü) yüceltmektir. O’nun adına bir ibadette bulunmak demektir. Kur’an-ı Kerim’de Hz. Âdem’in iki oğlunun (Hâbil ile Kâbil) kurban sunmaları şöyle kıssa edilir: “(Ey Muhammed!) Onlara, Âdem’in iki oğlunun haberini gerçek olarak oku. Hani ikisi de birer kurban sunmuşlardı da, birinden kabul edilmiş, ötekinden kabul edilmemişti. Kurbanı kabul edilmeyen, ‘Andolsun, seni mutlaka öldüreceğim.’demişti. Öteki, ‘Allah, ancak kendisine karşı gelmekten sakınanlardan kabul eder.’ demişti.”[12]
İnsanın kullukta doğru yolu bulabilmesi ve Allah’ın (celle celâlühü) emirlerini yerine getirebilmesi için peygamberlerin güzel örnekliliğine ihtiyacı vardır. Allah Teâlâ Sevgili Peygamberimize (sas) “Namaz kıl, kurban kes.” emrini vermiştir. Rahmetten kovulmuş şeytandan uzak olmak için Allah’a (celle celâlühü) yakın olmak gerektiği bu ayetle vurgulanmıştır.
Kurban kesmek bir imtihandır. Kazanmak için gayret ve çaba gerekir. Kurbanın Allah’a (celle celâlühü) yaklaştırıcı bir sembol olduğunu düşündüğümüzde hayatımızda daha çok İsmail kıymetinde olanların kurbanı düşünülmelidir. Şeytanla düşmanlığımız hacda attığımız birkaç taş olmadığı gibi kurban kesmekle Allah’a (celle celâlühü) yakınlaşmamız sona ermez. Çünkü Allah’a (celle celâlühü) yaklaşmak tek seferlik bir eylem değildir. Aksine kurbanla yakınlık başlar. Allah’ın (celle celâlühü) rızası kazanılıncaya ve O’ndan razı oluncaya kadar sürer gider. “Onların Rableri katındaki mükâfatları, zemininden ırmaklar akan, içinde devamlı olarak kalacakları Adn Cennetleridir. Allah kendilerinden hoşnut olmuş, onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır. Bu söylenenler hep Rabbinden korkan (O’na saygı gösterenler) içindir.”[13]
Allah’a (celle celâlühü) adanmışlığın en güzel örneklerinden birisi Hz. İbrahim ve Hz. İsmail kıssasında aktarılır.
Saffat sûresinde İsmail’in kurban edilişi şöyle anlatılır:
“Böylece onunla beraber çalışma çağına eriştiği zaman dedi ki: ‘Ey oğulcuğum! Gerçekten ben, uykuda seni boğazladığımı gördüm. Haydi, bak (bir düşün). Bu konudaki görüşün nedir?’ (İsmail): ‘Ey babacığım! Emrolunduğun şeyi yap. İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın’ dedi. Böylece ikisi de (Allah’a) teslim olunca, (İbrahim) onu alnı üzerine yatırdı. Ve ona ‘Ey İbrahim!’ diye nida ettik. Sen rüyaya sadık kaldın (yerine getirdin). Muhakkak ki Biz, muhsinleri işte böyle mükâfatlandırırız. Muhakkak ki bu, kesin olarak apaçık bir imtihandır. Ve ona büyük bir kurbanı fidye (oğluna karşı bedel olarak) verdik. Sonrakiler arasında ona (şerefli bir anı) bıraktık. İbrahim’e selâm olsun. Biz, muhsinleri işte böyle mükâfatlandırırız. Muhakkak ki o, Bizim mü’min (Allah’a ulaşmayı dileyip bütün makamları kazanan) kullarımızdandır.”[14]
Hz.İbrahim (as)’i bir an için düşünüversek, kurbanın basit bir kan akıtma eylemi olmadığını ve olamayacağını anlarız. Hz. İbrahim (as) ateşlere atılmış, zorluklar ve sıkıntılar içinde memleket memleket hicret etmek zorunda kalmıştır. Hz.İbrahim (sas) doksanlı yaşlarını bitirmiş nihayetinde bir yavrusu dünyaya gelmiştir. Bu yavru gayet itaatkâr, Allah’a (celle celâlühü) bağlı, güzel huylu ve babasının biriciğiydi. Peygamberlerin rüyaları vahyin bir çeşidi olduğu için Hz. İbrahim (sas) hemen Allah’ın (celle celâlühü) emrini uygulamaya koyulmuş ve “Seni boğazlıyorum ya İsmail!” dediğinde yavrusu: “Ey babacığım! Emrolunduğun şeyi yap. İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın.” demişti. Bir de bu ailede ana yüreğine sahip Hacer validemizi düşünelim…
Yeryüzünde tevhid anlayışının zirve insanlarının imtihanı, en sevdikleri ve Allah’ı (celle celâlühü) çok seven biricik yavrularının kurban edilmesi ile bize sunuluyor. Aslında bizlerin bundan çok ciddi dersler çıkarması gerekir.
Bugünün insanı, dünyayı kendi imtihanı için bir ganimet bilmesi gerekirken verilen nimetleri dünyada yeme-içme, onlarla keyif sürmekle hedef sapmasına düşmüş her geçen gün Rabbinden uzaklaşmıştır.
“ Yamadık dünyamızı yırtarak dinimizden
Eyvah eyvah! Din de gitti dünya da gitti elimizden! “
Eskiden kestiğimiz kurbanlarımızın yerine -belki de mecburiyetten- şimdilerde kurban kesme eylemine şahid olamadığımız kurbanlar yaşıyoruz. Doğrusunu söylemek gerekirse yapılması gereken, kurbanı satın almak; ailece ona güzel bakmak; Hz. İbrahim’i (sas), Hz. İsmail’i (sas) ve Hz. Hacer (ra) annemizi evimizin içinde örneklendirerek anlatmaktır. Kendi kendimize şu soruları soralım:
-Ben Hz. İbrahim’in yerinde olsaydım, kurban eder miydim İsmail’imi?
-Ey yavrucuğum! Sen İsmail olsaydın teslim olup itaat eder miydin Yüce Allah’a?
-Ey Hanım! Sen, Hacer olsaydın İsmail’inin kurban edilişini sükûnetle karşılar, kovar mıydın şeytanı etrafından? İsmail’in bıçağını İbrahim’e elinle teslim eder miydin?
Eğer cevaplarımız “evet” ise; bizi Allah’tan (celle celâlühü) uzaklaştıran makamımızsa onu, malımızsa onu, dünya düşkünlüğümüzse onu, her ne ise onu kurban ediyorum, demiş oluruz.
Ey Muhammed! De ki: “Şüphesiz benim namazım da, diğer ibadetlerim de, yaşamım da, ölümüm de âlemlerin Rabbi Allah içindir.”[15]
[1] -Yasin 36/ 60.
[2] -Tevbe 9/ 111.
[3]- Zümer 39/ 3.
[4] -Yasin 36/62.
[5] – Ahkâf 46/ 28.
[6] – Buharî, Kitabü’r-Rikak, Tevazu 6502.
[7] – Hac 22/77.
[8] – Hac 22/34.
[9] – Hac 22/32.
[10] Hac 22/37.
[11] -Yasin 36/12.
[12]- Maide 5/27.
[13] -Beyyine 98/8.
[14]-Saffat 37/102-111.
[15]-En’am 6 /162.
Add new comment