Cahiliye Çığlığı

“O zaman inkâr edenler, kalplerine taassubu, cahiliye taassubunu, yerleştirmişlerdi. Allah da Elçisi’ne ve müminlere sükûnetini/güvenini indirdi, onların takva sözüne tutunmalarını nasib etti. Zaten onlar buna lâyık ve ehil kimselerdi. Allah her şeyi bilendir.”(Fetih 48/26)

Sözlükte “bir şeyin ateşte kızması, öfkelenme, bir işi yapmaktan kaçınma, himaye etme, kıskanma” manalarına gelen ‘hamy’ kökünden mastar-isim olan hamiyet, ahlâk terimi olarak namus, din, vatan gibi üstün değerleri koruma, bunların saldırıya uğramasından dolayı öfkelenme, savunmak için harekete geçme; insanın kendisine utanç veren bir işi yapmaktan kaçınması; aralarında kan bağı bulunan kimselerde mevcut birbirini koruma duygusu gibi çeşitli şekillerde açıklanmıştır.[1]

“Hamiyyetü’l-cahiliyye” kavramı Kur’an’da ifade edilen cahiliye özelliklerinden dördüncüsü olarak geçer. Allaha karşı yanlış inanç (Zannu’l-cahiliye), Allah’ın hükmünü istememe (Hükmü’l-Cahiliyye) ve tesettüre riayet etmeme ve ahlaki bozukluğun (Teberrucu’l-Cahiliyye) anlatıldığı üç ayeti kerimeyle[2] Rabbimiz bu kötülüklerden kurtulmamızı emreder.

“Hamiyyetü’l-cahiliyye” İslam’a karşı duran ve imana yanaşmayan insanın psikolojisini ortaya koymaktadır. Ayrıca cahiliye insanının hayatı algılayış ve davranış bozukluklarının arkasındaki ruh halini, taassubu, ölçüsüz ve haksız öfkeyi, gururu tasvir etmektedir. Cahiliye özelliklerini anlatan diğer ayetlerde inananlardan Allah’ın tarafını ve isteğini tercih ederek kurtulmaları istenir. Kalbin derinliklerinde her zaman uyanmayı veya uyarılmayı bekleyen cahiliye taassubuna karşılık sekinetle hem ilahi yardım verilmiş hem de takva sözüne tutunarak bu hasta ruh halinden kurtulmanın yolu gösterilmiştir.

Ayet-i kerimede Hudeybiye Anlaşması sırasında müşriklerin Rasûlullah’a karşı (sas) kaba ve küstah davranışları, onların “kalplerindeki hamiyete bağlanmış fakat hemen arkasından bunun bir “cahiliye hamiyeti” olduğu beyan buyrulmuştur. Kâfirlerin kalplerinde ateşledikleri izzet-i nefis, inanç ve sistem uğruna değildi. Sadece ve sadece kibir, övünme, şımarıklık ve eziyet verme taassubuydu. Bu taassup kendini, müşriklerin temsilcisi Süheyl b. Amr’ın anlaşma metnindeki Allah’ın “Rahman ve Rahim” isimlerini ve Rasûlullah’ın “Allah’ın elçisi” sıfatını reddetmesinde gösteriyordu.[3]

Mekke kâfirleri herkesin hac ve umre için Kâbe’yi ziyaret etme hakkı olduğunu biliyorlar ve buna inanıyorlardı. Hiç kimsenin, bu dini görevin yapılmasını engellemeye hakkı yoktur. Bu, Araplar arasında eskiden beri kayıtsız şartsız uyulan bir kanundur. Fakat kendilerinin baştan sona haksız olduklarını Müslümanların da tamamen haklı olduklarını bilmelerine rağmen, sırf gururları uğruna Müslümanların umre yapmalarını engellediler. Bizzat müşrikler arasında fıtraten doğruluğu sevenler de “İhram giyinip, kurbanlık adak develeri yanlarına alıp umre yapmak üzere gelen bu insanları engellemek yersiz ve yanlış bir harekettir.” diyorlardı. Fakat Kureyş’in liderleri sadece şu düşünceden dolayı zorluk çıkarıyor, Müslümanları Mekke’ye sokmamak için çırpınıyorlardı: “Eğer Muhammed bu büyük kalabalıkla Mekke’ye girerse bütün Araplar arasında şöhretimiz sönecek, gururumuz kırılacak.” İşte bu, onların cahiliye hamiyeti idi.[4]

İslâm’da hamiyet duygusu veya benzeri olan asabiye, tamamen yok sayılmamıştır. Yasaklanan davranış; ifrat derecesine varan, İslam’ın belirlediği sınırları aşan körü körüne bir bağlılıktır. Hz. Muhammed’in hadislerinde ve karşılaştığı olaylarda yerdiği asabiyet, haksız ve yanlış uygulamalarla ortaya çıkan cahiliye dönemi asabiyetidir. İslâm’da din haricindeki herhangi bir mensubiyetin, dinin koyduğu sınırları gözetmeyen taassubuna cevaz yoktur. Sınırları gözetebilmek dine sımsıkı sarılmakla mümkündür. Rabbimiz her zaman adaletli olmayı emreder, kin ve taassuplarımızın hakkın önüne geçmemesi gerektiğini bildirir. “Ey iman edenler! Allah için hakkı titizlikle ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluma olan kininiz, sakın ha sizi adaletsizliğe itmesin. Âdil olun. Bu, Allah’a karşı gelmekten sakınmaya daha yakındır. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.”  (Maide 5/8)

Nisa suresi 135. ayette adalet söz konusu olduğunda akraba, dost, zengin, fakir gibi kavramların önemli olmadığı vurgulanır. Yani asabiyet ve güç, adalet ölçümüz değildir. “Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana-babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa Allah için şahitlik eden kimseler olun. (Haklarında şahitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, fakir olsunlar Allah onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup adaletten sapmayın, (şahitliği) eğer, büker (doğru şahitlik etmez), yahut şahitlik etmekten kaçınırsanız (biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan haberdardır.”

İslam’la şereflenmeden önce birbirine düşman olan Evs ve Hazrec kabileleri Hz. Peygamber’in önderliğinde güçlü kardeşlik ve dostluk bağlarıyla birbirine bağlanmıştı. Kabileler ve fertler arasında atalarından miras aldıkları kavgalar İslâm’la büyük çapta önlenmişti. Çeşitli sebepler yüzünden geçmişin düşman, şimdinin kardeş kabileleri arasında huzur bozucu ihtilaf ve çekişmeler çıktığı da oluyordu. Hz. Peygamber bu tür olayları cahiliye zihniyeti olarak değerlendiriyor ve anında önlemeye çalışıyordu.

Evs ve Hazrec’den bazı kimseler dostane bir şekilde sohbet ettikleri sırada Müslümanların birlik ve beraberliğini kıskanan bir Yahudi, iki kabilenin eski rekabetlerini hatırlatan bazı şiirlerle onları tahrik etmişti. Tarafların silâha sarılarak dövüşmek üzere harekete geçtiklerini öğrenen Hz. Peygamber kendilerine şöyle hitap etti: “Ey Müslüman topluluk, Allah’tan korkun! Ben aranızda bulunuyorken, Allah sizi İslâm’a kavuşturmuş, onunla müşerref kılmış, cahiliye zihniyetinden kurtarmış, küfürden uzaklaştırmış ve sizi birbirinize dost kılmışken nasıl oluyor da yine cahiliye davasıyla birbirinize düşebiliyorsunuz!”[5]

Yapmış oldukları fedakâr davranışlarıyla Allah Teâlâ’nın Kuran’da övgüsüne nail olan ensar ve muhacir de aynı fitnenin tuzağına düşmüşlerdi. Ben-i Mustalik Savaşı sonu, Müreysi Kuyusu başında Muhacirlerden Cahcah b. Mes’ud ile ensardan Sinan b. Veber arasında bir kavga çıktı. Cahcah, Gıfâr kabilesindendir. Kureyşli Muhacirlerden olmamakla birlikte, muhacir olarak Medine’ye gelmiş ve Hz. Ömer’in bu sefer boyunca atına seyislik yapmak üzere işe aldığı bir mümindir. Sinan ise Cüheyne kabilesindendir. Medineli ensardan olmamakla birlikte, ensarın büyük kolu Hazrec’in Benî Salim boyunun müttefiki kabileden olması itibarıyla ensar arasında sayılmaktadır.

Bu iki sahabi, Benî Müstalık gazvesi dönüşü bir mola yerinde hayvanlarını sulamak için kuyudan su çıkarma konusunda kavgaya tutuşurlar. Kuyunun suyu azdır ve kuyuya atılmış iki kovanın ipi dolanıp biri dolu biri boş çıktığı için kavga yaşanır. Cahcah kuyuya ilk gelenin kendisi olduğunu, dolayısıyla çıkarılan suyun kendi hakkı olduğunu savunur. Sinan ise su benim çektiğim kovada olduğuna göre benim hakkımdır, der. Senin-benim tartışması bir anda alevlenir ve sinirine hâkim olamayan Cahcah, Sinan’a tokat vurur. Bunun üzerine Sinan “Yetişin ey ensar!” diye bağırır. Ensarın üzerine gelip kendisini döveceği korkusuna kapılan Cahcah da “Yetişin ey Kureyş! Yetişin ey Kinâne!” diye bağırmaya başlayınca, ortalık bir anda alevlenir. İki taraftan da çok sayıda sahabi kılıçları çekmiş, birbirine karşı savurmak üzeredir. Meselenin bu şekilde büyümesi üzerine Hz. Peygamber olaya müdahale edip: “Şu cahiliye çığlığını bırakınız! 0 ne kötü şeydir!”[6] diyerek ensar ve muhaciri ayırıp meseleyi yatıştırır.

“Cahiliye davası” cahiliye çağrısı demektir ki, bir kimsenin kabile mensuplarından yardım istemek için onlara, “Ey filan oğulları, yetişiniz!” diye bağırmasıdır. Bu çığlığı işiten kabile halkı toplanarak çağrıyı yapan kimseye, haklı veya haksız, zalim veya mazlum olsun yardım ederdi. İslâmiyet, cahiliye davasını sürdürmeyi ve bu şekildeki davete icabet etmeyi de büyük günah saymıştır. Rasûlullah, “Cahiliye davasıyla hak iddia eden kimse bizden değildir.” demiştir.[7]

Cahiliye hamiyeti hepimizi bir anda saracak bir hastalıktır. Fıtrî olan akrabalarımızı, dostlarımızı, milliyetimizi sevme duygusu; akılsızlığımız ve kabaran duygularımızla Kur’an’ın ve Rasûlullah’ın yasakladığı asabiyet ve hamiyete dönüşebilir. Ayet-i kerimede Rabbimiz “takva”ya sarılmakla korunabileceğimizi bize bildirmiştir. “Allah da Elçisi’ne ve müminlere sükûnet ve güvenini indirdi, onların takvâ sözünü tutmalarını sağladı.”(Fetih 48/26)

Tarih boyunca “Kelime-i takva” kavramı üzerinde hayli durulmuş, birbirine yakın yorum ve açıklamalarda bulunanlar olmuştur. Şöyle özetleyebiliriz: Rasûlullah Efendimiz (sas) bunu “Lâ ilahe illallah” ile belirlemiştir. İbn Cüreyc’e göre: “Lâ ilahe illallah, Muhammedün Rasûlullah” sözüdür. Atâ’ b. Ebî Rebah’a göre : “Allah’tan başka ilâh yoktur, O birdir, ortağı yoktur. Hamd O’na mahsustur. O’nun kudreti her şeye yeter.” sözüdür. Urve’nin el-Misver’den yaptığı rivayete göre : “Allah’tan başka ilâh yoktur; O birdir, ortağı yoktur.” sözüdür.  Hz. Ali (ra) den yapılan rivayete göre : “Allah’tan başka ilâh yoktur. Allah çok büyüktür.”  sözüdür.  Ali b. Talha’nın İbn Abbas’tan yaptığı rivayete göre : “Lâ ilahe illallah” kelamıdır. Aynı zamanda bu kelimenin gölgesi altında cihâd etmektir. Zührî’ye göre: “Bismi’llahi’r-Rahmâni’r-Rahîm”dir.[8]

Yaşadığımız dünya maalesef cahiliye hamiyetinin kol gezdiği, hakkın gözetilmediği bir mekân haline geldi. Ülkemizde de terörle allak bullak olan duygu dünyamız, mantıklı düşünmemize engel olmaktadır. Kardeş olarak yaşadığımız kişilere şüpheyle bakar hale geldik. Mü’min kendi gururu incindi diye değil, Rabbi için ve dini uğruna kızar. Kendisine sakin ve huzurlu olması emredildiğinde kalbi titrer, hoşnutluk ve huzur içinde boyun eğer. Mü’minler takva sözcüğüne daha layık ve buna tam ehildiler. Halkı Müslüman olan ve asabiyet ateşiyle yanan ülkemizin kurtuluşu için çare arayanlara “Kelime-i takva” tavsiye ediyoruz.  


[1] DİA, XV, Hamiyet maddesi, 481.

[2]- Al-i İmran 3/154; Maide 5/50; Ahzab 33/33.

[3]-Seyyid Kutub, Fi Zilali’l-Kur’an,C.IX,305

[4]-Tefhimü’l-Kur’an, Mevdudi, Cilt V, 425.

[5]- İbn Hişâm, I, 555-556.

[6]-Buhârî, Menâkıb 8 .

[7]- Buhârî, Cenâ’iz 39

[8]- İlmin Işığında Kur’an Tefsiri, Celal Yıldırım

Yazar: 

Add new comment

Image CAPTCHA
Enter the characters shown in the image.